Haber / Yorum / Bildiri

„Avrupa’da bir heyula kol geziyor: Komünizm heyulası“

 Levent FİDAN

„Avrupa’da bir heyula kol geziyor: Komünizm heyulası. Yaşlı Avrupa’nın bütün devletleri, Papası ve Çarı, Metternich’i ve Guziot’su, Fransız Radikalleri ve Alman hafiyeleri bu heyulaya karşı kutsal bir sürgün avında el ele vermişlerdir.“

Komünist Manifesto’nun girişine yerleştiren bu vurucu cümleler yazılalı tam tamına 171 yıl oldu. Bu cümlelerin etkileyiciliğinin, basit bir ütopik ‘slogan’ olmasından değil, gerçekliğini hayatın bizzat kendisinden almasından kaynaklandığı ortada. Manifesto, tam da bu noktada öncüllerinden, ütopiklerden ve gericilerden ayrıldı, sosyalizm düşünü gökten yere indirdi. Komünist Manifesto, gerçekleri olduğu gibi, büyük bir titizlikle analiz ederek, işçi sınıfının tarih sahnesindeki rolünü tespit etmiş, onun önemini somutlaştırmış, ona bir ideolojik ve pratik program sunmuştur. Bildiğimiz tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğu gibi, Manifesto’nun yazılmasından bugüne sınıf savaşımı çetin bir biçimde devam etmiş, farklı formlar almış ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün, tıpkı tarihte olduğu gibi sınıf savaşımı düşüşler ve çıkışlar yaşamaktadır fakat şunu asla unutmamak gerekir; sınıf mücadelesinin rehberlerinin bizlere miras bıraktığı aydınlatıcı yöntemle. Bu yöntem, başta Lenin olmak üzere birçok önderin ve neferin yolunu aydınlatmış, sınıf mücadelesinin kendisinden sonraki geleceğine önemli ölçüde şekil vermiştir. Bu yöntemi doğru analiz etmek ve uygulamak ise, sınıf mücadelesinde yer alan neferlerin görevidir.

Birçok açıdan, hepimizin gözlemleyebildiği üzere, Manifesto ve Marksizm bugün ağır saldırılar altındadır. Adı Manifesto olan, yani amacı ideolojik formülleri yalın bir dille ifade etmek olan bir metini aklı sıra ideolojik ve teorik lafazanlıklarla mahkûm etmeye çalışanlar bir türlü amaçlarına ulaşamamışlardır. Kapitalizmin durmaksızın tekrar eden krizlerini, neo-liberalizmin defalarca kendini yanlışlayan tezlerini görmek istemeyenler, söz konusu Manifesto olduğunda mikroskopları eline alıp derin incelemeye koyulmaktadırlar. Aynı kişiler önce tarihin sonunu ilan etmişler, şimdi de bu fikirlerinden yavaş yavaş caymaktadırlar. Manifesto’nun temel ilkesi olan ve Lenin’e ilham veren ilkel olan tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi diriliğini korumaktadır. Biz, elbette, Marx ve Engels’in de belirttiği üzere, tarihi metinlere ve fikirlere birer dogma gibi yaklaşamayız. Bu diyalektik materyalizmin temel ilkelerine aykırıdır. Marx ve Engels, kendileri, Komünden sonra yazdıkları önsözde bunu belirtmişlerdir. Güncellik ve dirilik tartışması ise, Manifesto ’da yazan her kelimenin güncel olduğu anlamına gelmemekte, onun bulunduğu tarihsel koşulları içinde belirlediği belirli ilkelerin temel anlamda nasıl işler olduğu üzerine bir akıl yürütmedir. Yoksa, elbette komünistlerin temel görevi, güncel somut koşulları doğru tahlil edip, geçmişin romantizmine saplanmadan akılcı çözümler bulmaktır. Bunların yanında, sermayenin, emeğin ücretli sömürüsü olmadan birikmeyeceği ve bu birikimi sürekli olarak hedeflediği, sermaye birikiminin özel kişilerin elinde olacağı ve bunun tekelleşmeye yol açacağı tespitleri halen dipdiri. Kapitalizmin hayatta kalması için en az maliyetle en fazla kârı elde edip üretim araçlarını genişletme, fakat bu genişlemeyi işçi sınıfının, üretenlerin refahı için değil ufak bir azınlığın refahı için kullanması durumu dipdiri ortadadır. Emekçilerin metalaşmadığını, yabancılaşmadığını söylemek mümkün müdür? İnsan emeğinin yaratıcılık değil kâr amaçlı kullanılmadığını hangi ölçüde söyleyebiliriz? Kapitalizmin hayatta kalmak için sürekli kaynak ihtiyacı olduğunu ve bunun için sürekli genişlemeye ihtiyaç duyacağı dahiyane tespitinin bugün yanlışlandığını kim iddia edebilir? İşte bu ilkeleri görmezden gelenler, 171 yıllık tarihsel metinin içinden belirli cümleleri çekip çıkararak güncellik tartışması yapmaktadırlar. Kapitalizmin genişleme ilkesini anlamayanlar, Mars’a gidenleri insanlığın öncülleri olarak algılamaktadırlar. Kapitalizmin kâr ilkesini idrak edemeyenler, yeni endüstriyel gelişmeleri ‘insanlık tarihinin yeni bir sahnesi’ olarak düşünmektedirler. Oysa ki bu, burjuvazinin insan emeğinden bir an önce kurtulmaya çalışıp üretimi elinden geldiğince hızlandırmaya ve başının belası olan işçi sınıfından kendini kurtarmaya yönelik attığı adımlardan biridir. Manifesto’nun iddiaları ve bunlara yapılan saldırılar hakkında uzun uzadıya bir soru-cevap yapılabilir fakat bu başka bir yazının konusudur. Bu girizgâh ise, tarihsel materyalizmin ilkesel güncelliği, dolayısıyla onun yöntemsel bir yorumu olarak ortaya çıkmış olan sınıf partilerinin de ilkesel güncelliğini anlamak konusunda önemlidir.

Manifesto‘yu manifesto yapan, sadece ideolojik bir çerçeve sunması değil, aynı zamanda pratik de bir çerçeve sunmasıdır. Manifesto’nun 2. Bölümünde görebileceğimiz bu pratik çerçeve hakkında pek çok şey söyleyebiliriz. Bu kısımda, komünistlerle proleterlerin ilişkisi hususunda temel birkaç ilke ortaya koyulmuştur. Buradaki ilkeleri tek tek incelemeye tabi tutmak çok mümkün gözükmese de temel olan ilkeleri mutlaka tekrar düşünmek durumundayız. Bunlardan birincisi, belki de en temeli ve sınıf partilerinin birinci amacı olan, olması da gereken ilke; burjuva mülkiyetine, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi gerekliliği ilkesidir. Girişte Manifesto’nun ilkesel güncelliğinden bahsetme sebeplerimiz şimdi yavaş yavaş kendini göstermektedir. Bugün bilindiği üzere kendisini ‘demokratik’ sosyalist, ‘halkçı’ sosyalist vs. olarak adlandıranlar, bu ilkeden tamamıyla vazgeçmiş durumdalar. Bu durum elbette günümüze özel bir durum değildir. Bırakalım kendilerini böyle adlandıranları, sınıf partisi olma iddiasındaki yapılar bile bu ilkeyi dillendirmekte büyük bir güçlük çekiyorlar. Bunun sebebi açıktır: tarihteki sınıf savaşımının en temel noktası budur. Burjuvazinin en temel korkusu budur; onun saldırganlaşmasının en büyük sebebi de budur. Burjuvazinin bütün ideolojik ve pratik saldırıları bu temel ilke üzerine yönelmiş durumdadır. Akademisinden tutun medyasına, bu ilkeyi dillendireni geri olmakla ve totaliterlikle itham eden müthiş bir saldırı akımı başlatmaktadır. Burjuvazinin bu korkusu ortadayken, günümüz dünyasındaki kimi ‘sol’ partiler de bu gerçeklikten kendilerini koparmaya hep hazır olduklarını kanıtladılar. Sovyetlerin çöküşü, belirli partilere bu ilkeden kopuş için müthiş bir bahane sundu. Öte yandan, demokrasi mücadelesi her ne kadar önemli olsa da sınıf mücadelesini, üretim araçlarının özel mülkiyetini ele geçirme ilkesini dile getirmeden, demokrasi ve gelecek mücadelesinin ana ürünü değil de kimlik mücadelelerinin ve basit anlamda haklar mücadelesinin basit bir ‘dinamiği’ olarak alan anlayış da gelişti. Bunlar elbette tesadüf değildir. Özel mülkiyete son vermeyi hedeflemeyen bir sınıf partisi kendini ne ölçüde gerçekleştirebilir?

Marks ve Engels’in yine ikinci kısımda bahsettiği ve Komünist bir partinin temelini oluşturması gereken ve yine görmezden gelinen ikinci bir hususu vurgulamalıyız: proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi. Özel mülkiyetin kaldırılması ilkesini duyunca tüyleri ürperenler, bu proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi ilkesi ile birleşince iyice dehşete kapılırlar. Biri olmadan öbürü mümkün olamaz. Proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi, bugün, özellikle Batı Avrupa’da birtakım grupların basitleştirdiği ölçüde „işçi sınıfı haklarını demokratik olarak savunanların iktidara gelmesi“ değildir. Elbette, bugünün koşullarını düşündüğümüzde böyle etkinliklerin önemini görmezden gelecek veya küçümseyecek değiliz fakat dünyanın, medeniyetimizin sömürüden kurtarılmasının yegâne yolu proletaryanın kan emicilerinden iktidarı kesin ve net bir şekilde alıp, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermesidir. Özel mülkiyet konusundaki çarpıtmalar gibi bu konuda da çarpıtmalar yapılmaktadır. Özel mülkiyeti kaldırma ilkesine yapılan itirazların üretim araçları odaklı değil, ‘özel’ itirazlar olması tesadüf değildir. Bunlar, komünistler sanki işçinin elindeki 24 taksitle aldığı telefona göz dikmiş gibi davranmakta, işçi sınıfı için geçici iyileştirmeler dışında bir şey önermemekteler. Kapitalizmin sömürüsü dünya yetmemiş, galaktik bir boyut almış durumdayken bu ilkelerin geçerliliği gün gibi ortada değil mi? Bunlar bir sınıf partisinin mihenk taşıdır. Özel mülkiyet hususunu Manifestodan yapacağımız bir alıntıyla şimdilik noktalayarak öbür ilkelerin ve bunların sınıf partisi düşüncesine nasıl öncül olduğunun incelenmesine devam edebiliriz:

„Özel mülkiyete son vermek istememizi dehşetle karşılıyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için özel mülkiyete son verilmiştir; özel mülkiyetin bulunmasının nedeni onda dokuzun elinde bulunmasıdır. Demek ki siz bizi ancak toplumun ezici çoğunluğu için hiçbir mülkiyetin bulunmaması koşuluyla var olabilen mülkiyete son vermek istemekle suçluyorsunuz. Uzun sözün kısası bizi sizin mülkiyetinize son vermek istemekle suçluyorsunuz. Elbette bizim istediğimiz bu.“

Manifesto‘nun bu kısmında cevaplanan öbür suçlamalar / ortaya konulan öbür ilkeler ise şunlardır: ailenin ortadan kaldırılması, kadınların ortaklaştırılması (!), vatan ve milletin ortadan kaldırılması. Bu suçlamalar en kaba halleriyle komiktirler ama aynı zamanda, en ciddi halleriyle de bir sınıf partisinin ilkesel temelini oluştururlar. Ailenin ortadan kaldırılması hususunda burjuvazi, ortada sanki bir ‘aile’ varmış gibi davranmaktadır. Tıpkı demokrasi konusunda yaptığı gibi. Burjuva toplumundaki aile, çürümüş bir ilişkiler bütününden çıkamaz, çünkü insan ilişkisi para ilişkisiyle bağlıdır. Burjuva toplumundaki o güçlü aileler, ne hikmetse, miras davaları yüzünden ortadan ikiye ayrılıveren de ailelerdir aynı zamanda. Burjuva toplumundaki aileler, çocuklarıyla insani bir duygusal ilişki değil, bir ‘yatırım’ ilişkisi kurarlar. Burjuva toplumunda proleter aileler için çocuk ‘neredeyse’ bir çıkış kapısıdır ve hayatı boyunca bu yükümlülüklerle yaşar. Komünistler, hayatın her alanında olduğu gibi bu konuda da burjuvaziye alternatiflerdir. Kadınların ortaklaşması ‘iddiası’ bugün bile bütün gericiliğiyle ve ciddiyetten uzak bir biçimde komünistlere, özellikle geri toplumlarda, yöneltilen saldırılardan biridir. Bu iddianın kendisini uzun uzadıya incelemeye dahi gerek yok, çünkü iddianın kendisi, kendisini ele veriyor: kadının ortaklaştırılması cümlesi, burjuva toplumunun kadını adeta bir ‘mal’ olarak gördüğünün kanıtıdır. Bir birey, bir özne hakkında zaten ‘ortaklaştırma’ gibi bir tanım kullanılamaz. Komünizme saldıracağım derken yakayı ele vermek ise burjuvalar açısından yeni bir tecrübe olmasa gerek. Marx-Engels Manifestoda bunu şöyle ifade ediyorlar:

“Burjuva ailesi aslında kadınların ortaklaşalığıdır. Komünistler de olsa olsa kadın ortaklaşalığının sahtece gizlisine karşılık resmi ve açık yüreklisini getirmek istedikleri iddiasıyla suçlanmış oluyorlar. Kaldı ki, günümüz üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla ondan kaynaklanan kadın ortaklaşalığının da, yani resmi veya gayri resmi fuhuşun da yok olacağı kendiliğinden anlaşılmaktadır.”

Bu bölümdeki en temel iki ilkeyi de vurgulayarak Manifesto incelemesini bitirebiliriz. Bunlardan biri, insan bilincini maddi koşulların belirlediği iddiasıdır. Bu iddianın ne kadar güncel olduğu yine apaçık ortada. Bildiğimiz toplumdan bugüne kadar bu iddia kendini farklı şekillerde gösterdi. Bu bilinç, en temelde üretim ilişkileri tarafından belirlenen bilinçtir. Dünyamızda yaşayan herhangi bir insan sınıf bilinci, örgütlülüğü olmadan bu bilinçten kendini soyutlayamaz. Tarihsel materyalizmin bu temel ilkesi Lenin’in yolunu açmıştır ve sınıf partisinin işçi sınıfına dışarıdan bilinç getirip hali hazırda üretim ilişkileri tarafından etkilenmiş olan bilincini kırması fikrini formüle etmiştir. Yani, sınıf partisinin temel hedeflerinden biri, maddi koşulları, üretim ilişkilerini algılayıp onun sınırları içinde reformlar yapmak vs. değil, o maddi koşulları kökten değiştirmektir. Bu bölümde son olarak vurgulanan, yine Leninci sınıf partisinin temel ilkesini oluşturan bir diğer husus ise mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine ‘despotik’ müdahalede bulunma gerekliliğidir. Yine, bugün, maalesef, birtakım gruplar burjuvazinin niteliği değişmişçesine davranmakta, o sanki sermayesini paylaşmaya hazırmış gibi naif düşüncelere kapılmaktalar. Bu doğru değildir. Burjuvazi, bırakın sermayesini paylaşmayı, dünyayı sömürüp bitirmiş, bir de gezegenler arası sömürü macerasına koyulmuş, gün geçtikçe daha da tekelleşmiştir. Sınıf çelişkisinin halen temel çelişki olduğunu düşünenler için bu naif hülyalardan uyanmanın yegâne yolu, Leninci öncü sınıf partisini örgütlemek ve proletaryanın öncü partisini acil bir şekilde güçlendirmektir. 

Leninci Parti ve Demokratik Merkeziyetçilik

Leninci parti, yalnız dönem Rusya’sının baskı koşulları altında değil, emperyalizm çağında revizyonistleşen sosyaldemokrat partilerine karşı kurulmuş, yeni tür öncü sınıf partisidir. Lenin’i çağdaşlarından ve hatta öncüllerinden ayıran şey, Marks’ın tarihsel materyalizmini ve bu yöntemin pratik kılavuzluğu işçi sınıfı davasına neredeyse eksiksiz bir şekilde uygulamanın yöntemini keşfetmiş olmasıdır. Lenin’den önce işçi sınıfı mücadelesi, ekonomizme ve sendikalizme saplanmış –bugüne benzer biçimde– bir şekilde algılanıyordu. Lenin’in önceliklerinden biri bu durumu bertaraf etmekti ve bunun için sınanmış, inançlı profesyonel devrimciler örgütünün kurulması ve bunların parti örgütünde birleştirilmesi gerekiyordu. Bu örgütün en temel birimleri komiteler, hücrelerdi. Bu komiteler partililerden oluşur. Bunların çevresinde partili olmadam faaliyet gösteren bir halka bulunur. Partinin en temelde, hücrede, faal olan inançlı devrimcilerin çalışması gerekliliği ise partiyi gereksiz akımlardan uzak tutmanın bir başka yöntemiydi. Leninci partiye, ta o zamanlardan, en başından beri, ‘kitleselleşelim’ ve ‘açılalım’ önerileri başlamıştır (Menşevikler). Bu yeni, bugüne özel bir akım değildir. Lenin ise bunları çok sert bir dille mahkûm etmiştir. Leninci partinin, Lenin’in ana odak noktası fabrikalardı. Lenin „fabrikalar bizim kalemiz olmalı“ şiarıyla hareket etmiştir. Leninci partinin birinci odak noktası işçiler içinde ve işçilerden oluşan çevreler kurmak, komiteler oluşturmak, ekonomik ve politik işçi mücadelesini en asgari biçimde güçlendirmektir. Leninci partinin profesyonel kadroları, bulundukları fabrikalarda sempatizan sayısı ve siyasi yönelimler dahil her şeyi bilir ve rapor ederlerdi. Leninci partinin profesyonel devrimcisinin özelliklerinden biri de budur. Disiplin, aidiyet ve özverinin yanı sıra iletişim becerileri yüksek ve bulunduğu çevreler tarafından sayılan bireyler olmalarıdır. Leninci partinin öncü kadrosu olmanın neredeyse ön koşullarından biri budur diyebiliriz. Leninci partinin temeli olan hücreler, sadece işçiler arasında değil, meslek grupları arasında da örgütlenip propaganda faaliyetleri yürütüyordu. Lenin bu ‘öncü çekirdeğin’ faaliyetinin, temiz bir keskinlikle, sendikalar, meclisler ve meslek odaları aracılığıyla yayılacağı kanaatindeydi. Leninci partinin, başlangıç aşamasında ‘ne olduğunu’ Lenin bu alıntıda adeta özetler:

„Güçlü bir illegal Parti Merkezleri örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı temas içinde yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri: Devrimci ve Sosyal-Demokrat işçi hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeğini işte bu temel üzerinde inşa ettik. Bu illegal çekirdek gerek Duma aracılığıyla gerekse sendikalar, kooperatifler, eğitim ve kültür kuruluşları içinde kendi duyargalarını ve etkisini eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yayacaktır.“

Bütün bunların yanında, Leninci sınıf partisi, burjuva partilerinde gözlemlenemeyecek şekilde bir demokratik merkeziyetçilik ilkesi ile de çalışır. Bu ilkenin Leninci partiye sirayeti hususuna gelmişken, örgütlenme ve yayın gibi konulara geçmeden önce kısa bir şekilde demokratik merkeziyetçilik konusuna, tarihsel önemine burada değinmek faydalı olacaktır. Örneğin, Leninci parti temsilciler konferansları toplardı. Müşterek sayıda parti üyesi bu konferanslara birer temsilci yollarlar ve bu şekilde kararlara etki ederdi. Fakat, Leninci parti sırf temsili değil, katılımcı demokrasiyi de öne çıkardı. Parti üyelerinin, örgüt bütünüyle ilgili konularda bizzat fikir beyan etmeleri gerekirdi. Partinin yönetici kadroları da üyeler tarafından seçilirdi ve bu kadrolar üyelere, yetkileri bağlamında hesap vermek durumundaydılar. Bütün bu hem temsilci, hem katılımcı demokrasi sürecinin sonunda, üyeler, bizzat kendi seçtikleri ve rapor alabildikleri parti yöneticilerinin ve yerel yöneticilerin kararlarına uymak durumundaydılar. İşte, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin pratikte, Leninci bağlamda en temel uygulaması, yansıması budur. Marks, yine günümüzde yansımalarını görebileceğimiz belirli yanılgıların aksine, ‘federasyoncu’ vs. değil, demokratik merkeziyetçiydi. Lenin’in Devlet ve Devrim eserinde ifade ettiği gibi, proletaryanın, demiryollarını, fabrikaları, toprakları bütün ulusa devretmek üzere ‘birleştirmesi’ de açık bir şekilde demokratik merkeziyetçiliğe işaret eder. Ulusal, komünal anayasa, demokratik merkeziyetçiliğe işaret eder. Leninci partinin, Marksist devlet formülünün özü, Paris Komünü tecrübesidir. Paris Komünü’nde doğru yapılanlar ve maalesef yapılamayanlar sınıf partilerinin en temel anlamda hedeflerini yansıtırlar. Paris Komünü’nde bu birleştirmeyi savunan, ordunun üzerine yürünmesi gerektiğini, ulusal bankaya el koyulması gerektiğini savunan yine Marks’tı. Leninci partinin demokratik merkeziyetçilik ilkesini, sınıf partisi hedeflerini ve Sovyet tecrübesini anlamak için bu konuyu net bir biçimde içselleştirmiş olmak gerekir. Bu merkeziyetçilikte, elbette öz yönetim vardır. Fakat bu öz yönetim, burjuva toplumlarındaki gibi, devlet iktidarına alternatif bir öz yönetim değildir. Demokratik merkeziyetçi bir komünde, seçenlerin geri çağırma yetkisine sahip olduğu, belirli bir sürede değişmesi zorunlu olan, yerellerden gelen temsilciler seçilir. Bu temsilciler iş niteliklerine göre de ayrılabilirler. Demokratik merkeziyetçilikle, burjuva demokrasilerinde olduğu gibi bir parlamentarist bir yaklaşım yoktur. Burjuva toplumunun parlamentolarında, ülkemizde en rezil halinde tecrübe ettiğimiz gibi, azınlık bir sermayenin çıkarı savunulur ve son tahlilde bunlar ayrıcalıklıdırlar. Yedikleri yemek, aldıkları maaşlar, bindikleri arabalar, yaşadıkları hayat bellidir. Bunların çocukları yargıdan bile muaftırlar. Demokratik merkeziyetçi komünlerde ise en yereldeki her insan kendisini temsil ettirme hakkını bulur ve bu temsilciler, bir meslek gibi ‘siyaset erbabı’ değillerdir. Bunların maaşı memur maaşını geçemez.Bütün yerellerden gelen raporlar bu mecliste tartışılmak durumundadır. Bürokrasi ise, toplumun kendiliğindenliği içerisinde zaman içerisinde sönüp gidecek bir vaziyete sokulmuş, bürokratik organlar kırılıp, paramparça edilmiştir. Demokratik merkeziyetçi toplumda bu özel bir meslek vs. değildir. Şu ilkeyi asla unutmamak gerekir ki demokratik merkeziyetçi düzen, son aşamada komünal düzene varmayı hedefleyen, yani kendi kendini sönümlendirme amacı güden bir düzen tipidir. Sürekli yükselme güdüsüne sahip bir bürokrasinin, sermayedarların maşası olmuş bir meclisin ne ‘demokrasi’ olması mümkündür, ne de barışçıl olması. Demokratik merkeziyetçi toplum var olduğu günden beri finans kapital ona bütün silahlarıyla saldırdı. Onun ‘sırf’ merkezi gözükmesini sağlayacak her şeyi yaptı. Bu düzene ‘yakın’ dahi duran ülkelere cephe alıp ekonomik ve askeri tehditler yöneltti. Bütün bunları yaparken, akademi de tehdit altında kabuğuna gömülmüş bu toplumları ‘Batı demokrasinin alternatifi olamayanlar’ olarak işaretledi. Bu, elbette, elleri açık bekleyen sol liberallerden çok kimsenin işine gelmemiştir. Bugün bile burjuvazi ideolojik ve medyatik bütün organlarıyla, demokratik merkeziyetçiliği düz totaliter bir yapı olarak göstermek için elinden gelen bütün gayreti göstermektedir. Bunun sebebi, bu formülün, işçi, köylü, beyaz yakalı, memur demeden herkese, sahte değil ama GERÇEK bir temsil imkânı vermesi ve bu ‘seçilmişlerin’ saltanatına son verecek olması, yani burjuva demokrasilerinin hiçbirinde hayal dahi edilemeyecek bir demokrasi imkânı sunmasıdır. Sovyetlerin çöküşünü ellerini ovuşturarak bekleyenlerin, tarihte proleter hareketlerin liderlerini katledenlerin, Bin Ladin’i ve nicelerini kahraman ilan edenlerin, dünyanın her bölgesinde kanlı darbeleri destekleyenlerin demokratik merkeziyetçiliği mahkûm etme hakkı yoktur. Bu hezeyanlara kapılmadan bu konuyu birkaç kere enine boyuna değerlendirmek gerekir. Demokratik merkeziyetçilik, özellikle sömürge ülkelerine umut olmuştu, halen de bu ve benzeri ülkelere, romantik hayallere kapılmadan hayatta kalabilme rehberi sunmaktadır. Demokratik merkeziyetçiliği ve özellikle proletarya diktatörlüğünü duyunca burjuva ideologlarının tüyleri ürperir. Bunlar, diktatörlüğü kelimenin burjuva anlamıyla anlamaktadırlar. Diktatörlük deyince akıllarına bir tür tiranlık gelmektedir. Saklamaya çalıştıkları gerçek ise, bugün en demokratik gözüken topluluklarda bile bir burjuva diktatörlüğü olduğudur. Burjuvazinin demokrasi şöleni, kendi çıkarlarını toplu iğne başı kadar bile etkileyecek hareketlenmeleri görene kadardır. Bugün Fransa’daki ayaklanmalara verilen reaksiyon bunun kanıtıdır. Bugün Ortadoğu’da belirli ülkelere tahammül edilememesi bunun kanıtıdır. Burjuva diktatörlükleri, proleter hareketlere var gücüyle saldırmıştır. Bu koşulda, proletaryanın, burjuvaziyi sönümlendirmek, bunu bir ve son kez garantiye almak amacıyla kendi diktatörlüğünü, partisi aracılığıyla kurmasından doğal ne olabilir? Proletaryanın diktatörlüğü, burjuva diktatörlüğü gibi sınıflı toplumun devamını da amaçlamaz. Proletarya diktatörlüğünü bulduğu her tehditle içine kapatmaya çalışıp onun ‘despotik’ yönlerine vurgu yapanlar, burjuva rejimlerinin nasıl kurulduğunu unutuyorlar olsa gerek. Fransa’da, Amerika’da ve birçok yerde, burjuva demokrasileri güllerden yapılmış geçitlerden geçerek oluşmamıştır. Fakat, söz konusu proletarya olunca, ‘çağdaşlık’ birden akıllara gelir. Bunların heyecanına kapılan bazı ‘sol’ gruplar, komünistlere sınıf partisi formülünden ve proletarya diktatörlüğü fikrinden vazgeçmeyi, değişimi reformlar dizisi ile getirmeyi tavsiye ediyorlar. Bu tavsiyeyi verenlerle komünistler, aynı evrende yaşamıyorlar olsa gerek. Zira komünistler, Venezuela’ya dahi tahammülü olmayan ve halkı ambargolarla rezil edenlerin bulunduğu ‘küresel’ bir kapitalizmin sahne aldığı bu çağda bu tarz tavsiyelerin sınıf savaşında geri adım atmak olduğunu idrak etme yetilerine sahiptirler.

Demokratik merkeziyetçilik hususunu, ona yönelik manipülasyonları ve cevapları kısa bir biçimde özetlemek durumundayız. Bu konu da bu yazıda geçen temalardan biri olarak, başlı başına bir yazı konusu olabilir. Biz, Leninci partiyi anlama konusunda kritik bir öneme sahip olan örgütlenme konusu üzerinden yazımıza devam edebiliriz.

Leninci parti faaliyeti konusunda en temel konulardan biri çalışma tarzıdır. Leninci partinin legal ve illegal çalışma faaliyeti hakkında birçok söz edilmiştir. Bu konuda Lenin’in yine yüksek anlayışına tanıklık etmekteyiz. İllegal faaliyet, burjuvazinin baskı ve terörü nedeniyle Leninci parti için olmazsa olmazdır. Bu, Leninci partinin temel ilkesidir çünkü bu parti proletaryanın partisidir ve bu ölçüde bu devrimi korumak, temellendirmek zorundadır. Leninci parti, illegal kadro çalışmasını bu yüzden çok sıkı ve gizli bir biçimde götürür fakat bu durum Leninci partinin ‘dar bir elitler partisi’ olduğu gibi algılara yol açmaktadır. Aksine, illegal faaliyetin legal faaliyeti engelleyen bir tarafı yoktur. Bu kadroların bir amacı da legal faaliyetin alabildiğine önünü açmaktır. Bu kadrolar, legal faaliyetlerde yer de alırlar ama Leninci partinin kadrolarının buralarda bulunması birleşme anlamında bir ‘birliktelik’ ifadesi değildir. Leninci partinin kadroları, sınıf partisinin bağımsız siyasetini yürütmekle yükümlüdürler. Buradaki illegalite, birincil olarak burjuvazinin yarattığı koşullarla ilgili olmakla birlikte, proletarya devrimini sağlamlaştırmak, burjuvaziye teslim etmemek, tıpkı onların profesyonelleriyle belirli köşeleri sağlam tuttuğu gibi, ‘proletaryanın da profesyonelleriyle’ kendi köşelerini sağlam tutmasıyla ilgilidir. Bu faaliyetin amacı kendi içerisinde fikir paylaşımı yapan bir fikir kulübü oluşturmak değil, kitlelere önderlik edecek olan proletaryanın öncü gücünün temelini darbelerle sarsılmayacak bir temele oturtmak, bu koşullar altında, belirli organlar aracılığıyla ‘her yere’ sözünü yaymaktır. Fakat, burada bir tehlike ortaya çıkmaktadır. Bu ilke, sınıf partisi için önemlidir fakat bunu tek başına bir faaliyet olarak algılamak ve legal faaliyete ket vurmak bir sapmaya işaret eder. Tıpkı legal faaliyetin, illegal faaliyete gerek kalmadan kendi amacına yürüyebileceğini iddia etmek gibi. Burada yine Lenin’in Menşeviklerle katıldığı bir oturumdan çıkan kararı paylaşmakta fayda olabilir:

„Burjuva karşı-devrimi döneminde Sosyal Demokrat hareketin tarihi konumu, bir yandan kaçınılmaz olarak proletarya üzerinde belirli bir burjuva etkisinin doğmasına, aynı zamanda illegal Sosyal-Demokrat Parti‘nin reddedilmesine, onun rolünün ve öneminin küçümsenmesine ve devrimci Sosyal-Demokrasinin program ve taktiğinde görev ve şiarlarını sınırlamaya yönelen çeşitli girişimlere; öte yandan da Sosyal Demokratların Duma’da çalışmasının  ve legal imkanlarından yararlanmanın reddedilmesine, her iki faaliyetin de öneminin kavranmamasına ve devrimci demokratik taktiği bugünkü özel tarihi koşullarda uygulamada aciz kalınmasına yol açmaktadır. Böyle durumlarda Sosyal-Demokrat taktik, Sosyal-Demokrat faaliyeti sınıf mücadelesinin bütün alanlarında yaygınlaştırıp derinleştirerek ve bu iki sapmanın oluşturduğu tehlikeyi gözler önüne sererek bu sapmaların üstesinden gelmek zorundadır.“

Burada görüldüğü üzere, illegal faaliyetin ilkesel önemi yadsınmadan iki faaliyetin de önemine vurgu yapılmaktadır. Profesyonel devrimci kadrosu, sınıf mücadelesinde proletaryanın hanesine yazılacak sayıları iyi hesaplar. Eksilerini ve artılarını iyi tahlil eder ve yaratıcı kararlar alma yetisine sahiptir. Bu kadrolar, hayatın içinde olmalarından ötürü, legal alanları da kaçınılmaz olarak kullanırlar. Sendikalar, meslek grupları, topluluklar vs. yerlerde, öğrenciler arasında işçi sınıfının kurtuluşunun ve bağımsız politikasının propagandasını yapabilirler ve bunu kendi yaratıcılık ve kıvraklıklarıyla yapmak durumundadırlar. Kendilerine kitleler içinde ağ oluşturamayan kadroların hareket imkânı yoktur. Bu hususta Leninci partinin kadrosu ne kendisini sınıftan ve toplumdan izole etmeli, ne de legal faaliyetin yegâne yol olduğuna inanmalıdır. Bu dengeyi kadronun çok net bir biçimde içselleştirmiş olması gerekir, aksi takdirde Leninci anlayıştan sapmalar yaşanması çok mümkündür. Yine Lenin’in legalizmi tasfiyecilik olarak nitelendirdiği, Kasım 1912’de yazdığı „İllegal parti ve legal çalışma“ isimli yazısından alıntıyla bu konuyu daha da netleştirerek noktalayabiliriz:

„Parti dört yıldır şunu söylüyor: Örgütümüz, mümkün olduğu kadar geniş ve dal budak salmış bir legal örgütler ağının kuşattığı illegal çekirdeklerden meydana gelir.“ Bu tanımdan daha iyi bir tanım yapamayacağımıza göre, örgütlenme ile ilgili çok kritik başka bir konuyu incelemeye devam edebiliriz: Yayın ve propaganda konusu.

Komünist partisi, işçi sınıfı arasında ajitasyon ve propaganda faaliyeti yürütmek durumundadır. Bu faaliyetin amacı, işçi sınıfını toplumdaki konumu, toplumun ekonomik sistemi, temel hakları, kapitalistlerle mücadele ve tavır gibi konularda bilinçlendirmek ve mücadelede onu öne geçirmektir. Bunu yapmanın en etkili yolları bildiriler ve yayınlardır. Bugün, liberallerin bir saniye bile ağzından düşürmediği endüstri çağında yaşıyoruz. Burjuvazi, sömürüsünü genişletmek amacıyla iletişim araçlarını da genişletmiştir. Burjuvazinin zorunlu olarak geliştirdiği bu kanallardan komünistler ve işçiler yararlanmak durumundadırlar. İnternet ve öbür iletişim kanalları, pekâlâ işçi sınıfı için de bir ağ olabilir ve kendi amaçları için, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri için kullanılabilir. Leninci partinin kıvraklığından bahsetmiştik. Lenin, partinin ajitasyon taktiklerini 24 saat içinde değiştirebileceğini fakat bunu yapması için önce ortada bir taktiği olması gerektiğini özellikle vurgular. Yani ilkeler olmadan yapılan ajitasyon da taktiksel değişiklikler de yararsızdır. Bunun yanında ajitasyon faaliyetinin bir diğer önemi, herhangi bir kitlesel/sınıfsal patlama durumuna işçi sınıfını ve kadroları hazırlamak, hazır tutmaktır. Patlama anında ajitasyon çalışması yapmak elbette gereksiz değil, ama geç olacaktır. Yine, Leninci partinin propaganda ve ajitasyon için olmazsa olmazlarından biri yayındır. Lenin için bu ikisini sistemli yürütmenin, topluma yaymanın, derinleştirmenin, örgütü düzgün bir şekilde geliştirmenin ana yolu yayındır. Bireysel ajitasyonu sistematik propagandaya döndürmenin ana yolu yayındır. Hatta, Lenin için militan faaliyetin önde gelen temel kesiminin ne kadar iyi inşa edildiğini anlamanın ana yolu yine yayının düzenliliği ile ölçülebilir. Buradan anlaşıldığı üzere, yayın, örgüt tarafından sadece ‘çıkarılan’ bir şey değil, aynı zamanda örgütü oluşturabilen, hatta onun niteliğini test edebilecek kritiklikte bir öneme sahiptir. Kadroların yerel çalışmaya saplanıp kalmasını engellemenin, ideolojik sapmaları önlemenin ana yolu yayındır. Bu anlamda yayın, az önce saydığımız birçok niteliği gibi birleştirici bir özelliğe de sahiptir. Burada yine yayının önemi anlamak için bizzat Lenin’den bir alıntıyla devam edebiliriz:

„Siyasi teşhirin sesinin bugün için zayıf, ürkek ve seyrek çıkması karşısında cesaretimiz kırılmamalıdır. Bunun nedeni, polisin zorbalığına tamamen boyun eğilmiş olması değildir; bu teşhisleri yapabilecek ve yapmaya hazır olanların konuşacakları bir kürsüleri yoktur, istekli ve yüreklendirici dinleyicileri yoktur, ‘her şeye kadir’ Rus hükümetine karşı şikayetler yöneltirken, bunun yankı bulacağı gücü halk arasında hiçbir yerde görememektedirler. Ama bugün bütün bunlar hızla değişmektedir. Böyle bir güç vardır. Bu güç, sadece siyasi mücadele çağrılarını dinlemeye ve desteklemeye değil, aynı zamanda cesaretle savaşa katılmaya da hazır olduğunu göstermiş devrimci proletaryadır. Bugün Çarlık hükümetini ülke çapında teşhir edecek bir kürsü sağlamak durumundayız ve bunu yapmak görevimizdir. Bu kürsü, Sosyal-Demokrat bir gazete olmalıdır.“

Bu alıntı, yeterince sarsıcıdır. Bunu birkaç yöntemle anlayabiliriz. Bu yöntemlerden birincisi Rus kelimesini Türk kelimesi ile, Çarlık kelimesini de Saray kelimesi ile değiştirince kendisini göstermektedir. İkinci kritik husus ise, ülkemizde de aynı biçimde proletaryanın hareketlilik içerisinde olması ama kendini ifade edecek alanları bulamamasıdır. Bu alanı yaratmak, bugün, dünkü kadar kritiktir. Bu da yayına katkı sağlayarak, işçilerin, emekçilerin kendini ifade edeceği alan yaratmakla sağlanabilir. Yayın, işçi sınıfının ekonomik faaliyette kısıtlanmış davasını politik alana taşır. Farklı sektörden işçiler, yayın aracılığıyla birbirlerinin sorunlarını tanıyabilir, idrak edebilirler. Öte yandan, yayın, sadece işçileri değil, komünistleri, devrimci kadroları da hazır ve sıcak tutan yegâne güçtür.

Bugün, katı olan her şey halen buharlaşıyor!

İşçi sınıfı, partisine bugün her zamankinden daha da fazla ihtiyaç duyuyor!

Proletaryanın emek gücü olduğu sürece umut var!                              

Umuda el verelim, onun sesi olabilecek yegâne organı güçlendirelim!

Bir yanıt yazın