Haber / Yorum / Bildiri

SUAT DERVİŞ’İ ANIYORUZ

8 Mart, yalnız bir kutlama günü değil, aynı zamanda işçi sınıfının, emekçilerin ve kadınların hakları için mücadele etmiş devrimci kadın yoldaş ve arkadaşlarımızı da anma, onların mücadelesini öğrenme ve onlardan dersler çıkarma günüdür. Bu kadın yoldaşlardan biri TKP üyesi Suat Derviş’tir. Günümüzde kadının özgürleşmesinin önünde duran duvarları birer birer yıkacak, güne damgasını vuracak eylemlerde, Suat Derviş ve onun gibi tarihe damgasını vurmuş kadınların cesur ve kararlı, onurlu mücadeleleri zengin bir hazinedir. Bu nedenle 8 Mart vesilesiyle partimiz TKP’nin bir aydını olan Suat Derviş’i anmayı ve siz okuyucularımıza tanıtmayı bir borç biliriz.

“Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!”

Suat Derviş, Osmanlı aristokrasisine bağlı bir ailenin, çok iyi eğitim almış kızı olarak işçi sınıfının yanında yer almış, Marksizmi savunmuş, gazeteci-yazar kimliğiyle öne çıkmış, komünist olması nedeniyle yapıtları görmezden gelinmiş ve dönemin siyasi erki tarafından sürekli izlenmiştir.

Suat Derviş, Hatice Saadet adıyla varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak 1903 yılında dünyaya gelir. Babası ünlü tıp profesörü İsmail Vehbi Derviş, annesi Abdülmecid’in mabeyincilerinden Kâmil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Osmanlı’da Telefon İdaresi’nde çalışmaya başlayan ilk kadınlar arasında yer alan Hamiyet Hanım da kardeşi olur.

Burjuva kültürüyle yetişen Suat Derviş, evde aldığı Fransızca, Almanca, edebiyat, müzik ve temel bilimler eğitimini 1914’de Kadıköy Numune Rüştiyesi’nde sürdürür. Önce çocukluk arkadaşı, sonra sırdaşı ve TKP’de yoldaşı olan Nazım Hikmet, “Başı Eğilmez!” diye tanımladığı Suat Derviş’in hayatının bütün dönemlerinde yanında olacaktır. Nazım’ın “Hezeyan” isimli şiirini Alemdar Gazetesinde yayınlatması kaderini değiştirir ve Babıâli ile tanışır.

“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını

Bir kere eğemedim bu kadının başını”

Nazım Hikmet

İlk romanı olan Kara Kitap 1920 yılında basıldığında 16 yaşındadır. Yazıları İleri, Alemdar, Ümid ve İkdam dergilerinde yayınlanır. Berlin Sternisches Konservatuarı’n da ses eğitimi alır. Daha sonra Edebiyat Fakültesi’ne başlar, ama bitirmeden ayrılır ve Almanya’da ve birçok Avrupa ülkesinde kitapları yayınlanır, gazete ve dergilere makale, fıkra ve öyküler yazar. 1932 yılında Hitler’in iktidara gelmesiyle Türkiye’ye döner.

1930’lara kadar kadın kahramanları, bireysel acıları ve aşkları yazan Suat Derviş, 1930 sonrası toplumsal gerçekçi çizgide yazmaya başlar. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde ise kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar.

1936 yılında Montrö Konferansı’nı izlemeye gider ve böylece yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olur.

1937 yılında Sovyetler Birliği’ne gider ve döndüğünde kızıl bir “komünist” olarak damgalanır.

1940 yılında TKP Genel Sekreteri, Spartaküs hareketine katılan, Reşat Fuad Baraner ile evlenir. Baranerler olarak “Yeni Edebiyat Dergisi”ni çıkarırlar, ancak askeri mahkemede yargılanırlar.

1944’de yazdığı, “Neden Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” adlı kitabı, Sovyet düşmanı propagandayı gemlemede önemli işlev görür ama uzun yıllar iş bulmasını zorlaştırır.

1944 TKP tutuklamalarında Reşat Fuad Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komunist Partisi’ne üye olduğu gerekçesiyle bir yıl hapse mahkûm olur.

​Ayrıca aynı yıl bir sorgu sırasında çocuğunu düşürür. Hapisten çıktıktan sonra kendisine karşı ‘şüpheli’ yaklaşım nedeniyle iş bulması da çok güç olur.

1951 TKP tutuklamalarında Reşat Fuad içerdeyken iş bulamayan Suat Derviş Avrupa’ya gider ve o yıllarda en tanınmış eseri olan Fosforlu Cevriye gibi romanlarını yazar. Fransa’da Fransız Komünist Partisi ile ilişki içinde olur ve Maksim Gorki, Virginia Woolf ve Aragon ile aynı sayfalarda eserleri yayınlanır.

1963 yılında Türkiye’ye döner ve Reşat Fuad’ın 1968’de vefatıyla, yazımla uğraşır. 1970 yılında on yedi arkadaşıyla birlikte “Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği”ni kurar ve 7 Mart 1971 günü ise Dünya Demokratik Kadınlar Gecesi’nde açılış konuşması yapar.

1971 yılında solcu gençleri evinde saklamaktan dolayı, yani ölümünden bir yıl önce yine tutuklanmıştır  

Aldığı burjuva kültüre rağmen, feminist ideolojiden uzak, işçi sınıfının aydın bir kadını olan Suat Derviş 23 Temmuz 1972 yılında İstanbul’da yaşama gözlerini kapatır.

Suat Dervişlerin savaşçı geleneğini devralan devrimci, komünist kadınlar adına anısı önünde saygıyla eğilmeyi borç biliriz.

“Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum”

Suat Derviş’in 1940’lı yıllarda olay yaratan eserlerinden biri “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum” broşürüdür. Bu broşürde Suat Derviş, ırkçı ve Türkçülerin kendisinin Sovyetler Birliği dostu olduğu eleştirilerine hem yanıt vermekte hem de Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezilerden hareketle, Sovyetler Birliği’nin o yıllarda ekonomik, sosyal ve kültürel alanda elde ettiği kazanımları anlatmakta, emekçilerin sosyalizm altında neler başarmaya kadir olduklarını göstermektedir. Faşizmi yenecek olan gücün Sovyetler Birliği olacağına olan inancını dile getirmektedir. Broşürün daha girişinde şöyle denmektedir:

         “İçimizde rahat rahat yaşamakta olduğuna hayretle tanık olduğumuz beşinci kol, haftalık, onbeş günlük, aylık çeşit çeşit dergileri ve bir sürü kitaplarıyla yayın faaliyetlerine son zamanlarda iki broşür daha ekledi; birincisi “Kızıllar ve Sollar”, ikincisi “Kızıl Faaliyet”.

Türkiye’deki kızılların!  Kızıl faaliyetini! Güya inceleyen! ve gösteren bu eserin! birkaç yerinde benim ismim de zikredilmiş bulunuyor.

Bu bayların, efendilerinden aldıkları emir üzerine yazdıkları risalede benim hakkımda iddia ettikleri ve benim yazımı zikrederek ispata çalıştıkları suç ‘benim Sovyetler Birliği’ne dost oluşumdur’ ve o memleket istilaya uğradığı, düşman çizmesi altında çiğnendiği için benim ‘gözyaşı’ döküşümdür.

Broşür yazarı bu iddiasını isbat etmek için de bir zamanlar yayınladığım ‘Yeni Edebiyat’ adlı onbeş günlük kültür-sanat gazetesinde Sovyetler Birliği bayramının yıldönümü nedeniyle o ülke edebiyatı hakkında yazmış olduğum bir tetkik yazısından bazı cümleler almakta ve benim o ülke için timsah gözyaşları döktüğümü söylemektedir.

         Benim bildiğim timsah gözyaşları dökmek; ancak canlı bir şekilde ve karşısındakini kandırmak amacıyla ağlar görünmektir. Ben yalnız Sovyetler Birliği’ne saldırıldığı zaman değil, dünyanın hangi yanında kudurmuş faşist sürüleri hangi özgür ülkenin sınırlarını aşmış ve bağımsızlığına göz dikmiş, kadınlarını kesmiş, çocuklarını öldürmüş, bayındırlığı yıkmış, köyleri, şehirleri yakmışsa ben kalbimin burkulup yandığını hissettim. Çünkü zorbalığa karşıyım, bir milletin başka milletlere hâkim olmasına ve bu hâkimiyeti kurmak için de zulme, vahşete, barbarlığa baş vurmasına karşıyım. Çünkü ben insanların mutlu, özgür olmasını ve milletlerin kendi kaderlerine kendilerinin egemen ve bağımsız olmasını istiyorum. Çünkü ben bilirim ki, ancak böyle bir dünyada, adaletin, hakkın egemen olduğu ve tek milletin nüfuzu altında bulunmayan özgür bir dünyada memleketim olan, vatanım olan Türkiye bağımsız, özgür, mutlu olabilir, yurttaşları ve bütün insanlık mutlu yaşayabilir.”

Broşürde, Sovyet insanının Hitler faşizmine karşı direnişi şöyle anlatılıyor:

“1941 yılında istila orduları şimdiye kadar hiç bir cephede göstermedikleri bir şiddetle ve birdenbire saldırınca bu istilaya maruz kalmış olan Sovyetler vatanının bütün çocukları tek göğüs gibi bu kızgın savlete karşı durdular. İçlerinden tek mütereddit tek hain, tek korkak çıkmadı.

Sovyetler Birliği halkları, Kızıl Orduları, cephe gerisindeki işçileriyle, düşman çizmesi altında kalmış parçalarındaki kadın, erkek, itiyar ve çocuktan teşkilatlanmış çeteleriyle düşmana karşı koydular. Onunla tırnak tırnağa, diş dişe pençeleştiler. Herkes üstüne düşen vazifeyi hem de fazlasıyla yaptı. Yıklılan şehirler, yakılan köyler, sönen ocaklar kimseyi yıldırmadı. Şimdi Kızıl Ordu, düşmanı vatan topraklarından dışarılara sürmektedir. Bu zaferde kesin topyekün, yenilmez bir ordu halinde düşmanla savaşan bütün Sovyetler Birliği halklarının hissesi vardır. Ve hiç şüphesiz ki, Sovyet kadınlarının bu zaferde çok büyük bir payları vardır…”

Suat Derviş broşürünü bir Fransız yazarın şu sözleriyle bitirir:

“Son zamanlarda Rusya’da ve diğer cumhuriyetlerde bütün duvarlarda iki ölü ve bir dirinin başlarının birbirinin üstüne resmedildiği büyük bir afiş asıldı. Karl Marks, Lenin ve Stalin… burada hiçbir işçi ve hiçbir aydının odası yoktur ki orada Stalin’in bir resmi bulunmasın. Dünyanın altıda birini kaplayan… bu insanların başı işte O’ dur.”

Büyük bir gerçektir ki; faşizmin belini kıran, bir dünya sistemi olmasının önünü kesen ve insanlığı faşizm tehlikesinden kurtaran Sovyetler Birliği, onun Kızıl Ordusu ve başlarında bulunan Stalin olmuştur.

Bu başarılı çalışmalar Kemalist hükümetin gözüne diken gibi batıyordu. Polis 1944’te partiye saldırdı. İstanbul’dan başlayarak Türkiye’nin değişik yerlerine yayılan operasyonlarda 65 kişiyi tutukladı. Reşat Fuad 9 yıla, Suat Derviş’de bir yıla mahkûm edildi,

Suat Derviş annesini anlatıyor

19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında Osmanlı kadınlarının yaşamı hakkında bazı bilgiler içerdiği için Suat Derviş ‘in otobiyografisinden annesini anlatan bölümden kısa bir alıntıyı sizlerle paylaşıyoruız.

“Biz evlatlarına, vakarı, hiçbir sıkıntı ve felaket karşısında en küçük bir zaaf göstermemek lazım geldiğini, lakırdılarıyla, nasihatleriyle değil, hayatı ve hayatın çeşitli olayları karşısındaki tavırlarıyla öğretti…

Annem o devre göre inanılmaz ama bir gerçekti. İyi ata biner, iyi kürek çeker, gayet güzel yüzen bir kadındı. Ata daha çok küçükken binmeye alışmıştı…Annem o zamanın tabirine göre daha ‘’erkekten kaçmadan’’evvel ağabeylerinden ata binmeyi öğrenmiş…onun gayet güzel yüzdüğünü en küçük yaşımdan beri bilirim. Deniz mevsimi gelince ev kadınları fayton arabalara binerler, biz çocuklarla beraber sonradan Kalamış olduğunu öğrendiğim deniz hamamına giderlerdi. O zaman kadınlarla erkekler beraber denize girmezlerdi. Tahta perdeyle çevrilmiş bir deniz parçasında kadınlar cıvıldaşarak yüzmeyi öğrenirler…sonra gayet güzel kürek çekerdi, artık ona yasak olan süvarilikten sonra en sevdiği spor kürekçilikti. Hamiyet’le beni yanına alır dayım Şekip beyin yalısından denize açılır oltayla balık tutardı. O devirde böyle Türk kadınlarının yaşamış olduğunu ancak o devirlerin devrimci ve ilerici insanları bilir… Ben bu yazılarımı 1969 yılında yazıyorum. Çok esef duymaktayım ki hala sevgili memleketimde yarım yüzyıl evvel yaşanmış bu şeyleri Türk kadınlarına bu kadarcık hakkı çok gören gerici çevreler var.

Benim annem çok münevver bir kadındı, tahsilini hususi olarak yapmıştı. On altı yaşlarında romanlar yazmıştı. Galatasaray Lisesi’nde Türkçe öğretmeni ve büyük şair Ahmet Haşim’in hocası Şekip beyefendiden Türkçe ve edebiyatı öğrenmişti.

…bu sırada bazı hikâyeler yazan annemin bir yazısını okuyan Cenap Şehabettin yazıyı çok beğenmiş ve hatta Servet-i Fünûn’da bastırabileceğini söylemiş. Bu sırada babamla evlenen annem herhalde bu işe o sırada fazla kıymet vermemiş olacak ki, yazısıyla değil, özel hayatıyla meşgul olmuş ve bu işin üzerinde durmadığı için yazı hayatına atılmamış. Annem, benim tanıdığım zamandan onu kaybettiğim güne kadar memleketimizde çıkan bütün gündelik gazeteleri ve kitapları okurdu, yani elinden kitap düşmezdi.

Babamla birbirlerini tanımadan, o zamanki usule göre evlenmişlerdi. Evvela nikahlanmışlar, üç ay sonra da düğünleri olmuş…şahsiyetini, düşüncelerini hiç bilmediği bir erkekle hayatını birleştirmiş olan annem nikahlısıyla beraber olacağı bu devre içinde onu biraz tanımak ve kendini de ona tanıtmak için, o zaman çok az kızın gösterebileceği bir medeni cesaret göstermiş… nikahlısının dışarıda bıraktığı paltosunun cebine…mektup koydurmuş ve babama aşağı yukarı şunları yazmıştır: “Birbirimizi tanımadan evleniyoruz. Yakında müşterek bir hayat kuracağız. Bu hayata girmeden evvel sizin nasıl bir insan olduğunuzu tanımak istiyorum, lütfen bundan sonraki ziyaretinizde bana nasıl bir insan olduğunuzu, hayat hakkındaki düşüncelerinizi ve olduğunuz gibi kendinizi anlatınız…”

…babam nikâhlısının bu jestinden o kadar memnun olmuş ki bize her zaman: “Bu zamanda anneniz gibi bir genç kızın memleketimizde bulunabileceğini hiç ümit etmezdim” derdi. Hayatımın en büyük mutluluğunu onun cebime koydurmuş olduğu o mektubu okuduğum zaman duydum.Annemle babam ne kadar mutluydular allahım!.. Ne kadar birbirlerini severler, ne kadar birbirlerini sayarlar ve anlarlardı. Ben ve kardeşlerim babamı kaybettiğimiz güne kadar ikisi arasında en ufak, en ufacık bir kavga görmedik…Aralarında bu kadar güzel bir ahenk olan bir ana babanın çocuğu olmanın mutluluğu dünyanın en büyük mutluluğudur…ve bütün bir hayat boyunca en büyük felaketler önünde bile dayanmak kudretini insana verir.

Bir yanıt yazın