Haber / Yorum / Bildiri

28 Kasım 2020: Engels 200 Yaşında (II. Bölüm)

Marksizm’in devrimci ruhu: Materyalist Diyalektik

Engels, gerçekten devrimci materyalist diyalektiğin zaferi uğrunda, reel uyuşmazlıklara ve reel mücadeleye önem vermeyen Soyut – metafizik teoriciliğe karşı çetin bir savaş yürütüyordu. Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, Marksizm’in doğuşundan beri işçi sınıfının bilimsel dünya görüşüne saldırıların ardı arası kesilmiş değildir. Marksizm’e karşı olanların birçoğu, bu öğretinin «dogmatik» olduğunu iddia etmektedir. Fakat hepsi de, öncelikle materyalist diyalektiğe ve toplumsal gelişme kanunları öğretisine saldırmaktadır.

Bunlara göre materyalist diyalektik “bilimsel” değildir. Çünkü sözde, mantıki çelişmelere düşmektedir ve kanunları pratiğin kontrolünden geçerken tuzla buz olmaktadır. Öte yandan tarihsel materyalizmin ve bilimsel sosyalizmin «toplumsal gelişme kanunlarının otomatik faaliyetine körü körüne bir inanış» istediğini, «insanı, onun ihtiyaç ve yetenekleri ni» göz önünde bulundurmadığını ileri sürmektedirler.

Dühring de, diyalektiğe ve tezatların birliği öğretisine şiddetle saldırıyordu. Onun görüşüne göre -ki şimdi bile burjuva filozofları arasında aynı görüşle olanlar vardır-, tezatlar (çelişmeler) genellikle uydurma şeylerdir. Fakat, bizatihi reel hayatın çelişmeler mücadelesi olduğunu ve hayatın ancak, çelişmeli karakteri göz önünde bulundurulmak suretiyle anlaşılabileceğini Dühring anlayacak güçte değildi.

Engels, Dühring’le tartışmasında, toplumsal çelişmelerin, bir tarihsel bütünün çerçevesi içinde nispi bir birlik meydana getirdiklerini, lakin bu tarihsel geçici birlik içinde hepsinin ayni rolü oynamadıklarını ispat etti. Bunlardan bir kısmı ilerici, devrimci, ötekileri gerici, gelişmeyi tutucu rol oynar. Örneğin, kapitalist üretim sistemi çerçevesi içinde proletarya ile burjuvazinin tarihsel geçici, nispi birliği böyledir.

 Fakat bunların, kapitalist üretim sistemi şartlarında birbirlerine karşılıklı etkide bulunmaları, zamanımızda bazı teorisyenlerin iddia ettikleri gibi, işçilerin «kapitalist sistemle kaynaştıkları» anlamına asla gelmez. Bu teorisyenlere göre, gelişmiş kapitalist ülkelerde, sadece bazı sosyal tabakalar mevcut sistemle kaynaşmazlar. Gençliğin bir kısmı, aydınların azınlığı, “hayal kırıklığına uğramış”, “bütün umutlarını kaybetmiş” olan ve sistemi “şiddetle reddeden” «deklase olmuş unsurlar» bu kaynaşmayan sosyal tabakalardır.

Bu görüş, kapitalizmin diyalektiğini yanlış anlamanın, toplumsal gelişmenin perspektiflerini belirleyen çelişmelerin ilerici yanlarını göremeyişin bir sonucudur. Marksizm-Leninizm klasiklerinin gösterdikleri ve bütün tarihsel gidişatın ispat ettiği gibi, işçi sınıfı, çelişmelerin ilerici kısmını meydana getirir. Kapitalizm, işçileri sömürme temeli üzerinde kurulduğu için, bu sınıf, yapısı icabı kapitalizme karşı yönelmiştir. Sömürü, biçimini değiştirir, fakat aslını, özünü kaybetmez. İşçi sınıfının ‘’ devrimciliğini gerektiren şartların ortadan kalktığını” ileri süren burjuva teorisyenleri, bir kısım gelişmiş kapitalist ülkelerde işçilerin maddi durumlarının iyileşmiş olmasını bu görüşlerine delil olarak göstermektedirler. Hâlbuki bu iyileşme, kapitalizmle “köklü bir değişme” meydana gelmiş olmasının değil, proletaryanın yürüttüğü politik ve ekonomik mücadelenin ve bilimsel-teknik gelişme sırasında emek verimliliği artışının bir sonucudur.

Bir süre önce birçok kapitalist ülkede işçilerin, güçlü, örgütlü aksiyonları, sosyal problemlerin ve çelişmelerin, hatta bilimsel-teknik devrimin doğurduğu çelişmelerin gerginleşip şiddetlenmesi, proletaryanın kapitalist sistemle kaynaştığı hakkındaki iddiaların bir masaldan başka bir şey olmadığını ortaya koymuştur. Toplumsal gelişmeyi daha ileri götürmek için gerekli maddi şartlar artık olgunlaşmıştır. Sosyal ilerleme mücadelesinin mantığı, kapitalizmin devrim yolu ile ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Bu ödevi, ancak, birleşik ve örgütlü işçi sınıfı, geniş emekçi tabakalarıyla ittifak halinde başarabilir.

Oktobr Sosyalist Devriminin zaferinden sonra işçi sınıfı ile burjuva arasındaki çelişmeler yeni bir mahiyet almış, birbirine karşıt iki sosyal-ekonomik sistem arasında bir mücadele haline dönüşmüştür. Dünya sosyalist sisteminin doğuşundan sonra da, sosyalizm ve onunla ittifak halinde faaliyette bulunan anti-emperyalist güçler, tarihsel sürecin muhtevasına ve gelişme yönü üzerine sonuç belirleyici etki yapmaya başlamışlardır.

Zamanımızın temel, global çelişmesi, durmadan güçlenmekte olan sosyalizmle tarihin çökmeye mahkûm ettiği emperyalizm arasındaki çelişmedir. Bunu, toplumsal pratik hemen hemen her gün ispat etmektedir. Çağımızın sonuç belirleyici bir gücü olarak gitgide kuvvetlenmekte olan sosyalizm, halklara, kapitalist köleliğinden dünya çapında kurtulmanın reel perspektiflerini göstermektedir. Bu olayın ışığı altında şu gerçek artık açık seçik görülüyor: Bu temel çelişkiyi ve onun çözümü için Marksizm’in gösterdiği yolu görmek ve doğru şekilde değerlendirmek istemeyenler, toplumsal ilerlemeye sistemli olarak hizmet edemezler.

«Anti-Dühring»in diyalektiğin temel kanunlarıyla ilgili bölümleri, Marksizm’in bu kanunları dogmatik olarak benimsediğini ve bunların doğruluklarının pratikte denetlenmelerinin imkânsız olduğunu ileri süren Marksizm eleştiricilerin bu uydurmalarını tartışmaz bir şekilde çürütmektedir. Engels, gerek tarih, mantık ve felsefe açısından tahliller yolu ile gerekse, doğal ve sosyal teoriler için metodolojik ve tanıtma önemini ortaya koymak suretiyle bu kanunların doğruluğunu ispat etmektedir. Duyu organlarıyla anlaşılmaları imkânsız derin süreçlerin teorik modellerini yaratan ve matematik metotlarıyla kavramları geniş ölçüde uygulayan çağdaş bilim, kendisine, teorik buluşlarıyla tecrübe ve uygulama arasında bağlar kurma olanaklarını veren, bu bağlantının mümkün ve gerekli olduğunu gösteren böyle bir metodolojiye son derecede muhtaçtır. Engels, daha geçen yüzyılın 70 yıllarında, diyalektiğin metodolojik ve tanıtma önemini belirtiyor, onu, metodolojik ve genel teorik problemleri çözme teorisi ve metodu olarak ele alıyordu. Engelsin bu konudaki asıl hizmeti de budur. Diyalektiğin bu ödevinin materyalist diyalektik tarafından semereli olarak gerçekleştirilmesi, özellikle bilimsel-teknik devrim çağında parlak bir şekilde yerine getirilmekte olması, diyalektiğin bilimsel olmadığı, kanunlarının hayatın denetlemesine dayanamadığı yolundaki bütün iddiaların asılsızlığını açık seçik ortaya koymaktadır.

Engels’in kitabı, toplumun tahlilinde diyalektiğe önem verilmemesinin soyut, objektivist görüş ve sonuçlara yol açtığını ispat etmektedir. Bu objektivist soyutçuluk, özellikle, Dühring’in, Robensonla Petkan arasındaki manevi ilişkilerin her zaman ve her türlü şartlarda uygulanabileceği hakkındaki görüşlerinde en açık ifadesini bulmuştur. Dühring’in bu iddialarını eleştiren Engels, bir toplumsal-ekonomik formasyondan diğerine geçiş dönemindeki ahlak normlarını incelemek suretiyle, manevi norm ve davranışların konkre tarihsel ve sınıfsal temellere dayandığını açıklamakta ve şu sonuca varmaktadır: “Eski sınıfsal toplumun döngesi içinde bulunurken «ebedi ahlak» yaratmaya kalkışmak, boş hayal peşinde koşmaktan başka bir şey değildir. O (Dühring), her türlü şartlar içinde ve her zaman geçerli ahlaksal ve hukuksal öğreti yarattığı sanısıyla, gerçekte, kendi zamanının tutucu veya devrimci akımlarını -gerçek hayattan ayrıldığı için- tahrif etmekte ve çukur aynalar gibi baş aşağı göstermektedir.

 Çağdaş burjuva felsefesinin en etkili akımı olan egzistansiyalizm de ahlak meselesini tarih dışı metotla incelemektedir. Bu akım, büyük bir önem verdiği özgürlük ve kişisel sorumluluk problemini aşırı irrasyonalizm ve sübjektivizm açısından çözmeye kalkışmaktadır. Egzistansiyalizm, özgürlüğü bireyde görür. Hâlbuki bireyin kişisel ilişkileri sosyal ilişkilere bağlıdır. Özgürlük, bütün değerlerin kaynağıdır, fakat, birey hakkındaki metafizik ve irrasyonal anlayış onun temeli olduğu için, manevi değerlerin, manevi amaçların kaynağı tarihin dışındadır. Egzistansiyalizmin önünde şu ikilem vardır: ya cansız soyutlar, ya da keyfi davranışlara ve avantürizme yol açan bireycilik (individüalizm). Bu öğretinin özgürlük hakkındaki soyut ve biçimsel yorumları, ahlakı politikadan ayırmaktadır. Hâlbuki bu, insanları pasifliğe sürükleyebilir, aktif politik faaliyetten ve manevi kınama mücadelesinden uzaklaştırabilir. Marksizm, özgürlük ve ahlakın, toplumun sosyal ekonomik hayat şartlarına bağımlı bulunduğunu, bu yüzden de tarihsel kategoriler olduğunu ispat ettiği için, egzistansiyalizmin özgürlük ve ahlak hakkındaki görüşlerinin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Bundan başka o, bütün diğer felse­felere kıyasla nitel bir sıçrama yaparak, sosyal faaliyetlere ve sosyal değişimlere ilişkin bilimsel bir sınıf teorisi yaratmıştır. Bilimsel gerçeklerden başka bütün sosyal değerlerin kaynağı ve ölçüsü olan sosyal tarihsel pratiği temel dayanak yapan bu sınıf teorisi, bütün değerlere ve bu arada özgürlüğe ulaşma yollarını göstermiş bulunmaktadır. Bu yol, bilimsel sosyalizmle işçi hareketini birleştirme ve toplumu sosyalist temeller üzerinde kurma yoludur. Marksizm, hayattan kopmuş idealleri yayan, ahlak vaaz eden bir öğreti değildir, ütopi hiç değildir, tarihsel zorunluluğun teorisidir. Marksizm teorisi şunu ispat etmiştir. İnsan kişiliğinin kurtuluşu ve gelişmesi, bireyin toplumdaki her türlü yükümlülüklerinden «tamamıyla» kurtulması anlamına gelmez; toplumsal mülkiyet temeli üzerinde yeni sosyal ilişkiler ve yükümlülükler yaratmaktır bu kurtuluş. Demek ki, insan problemi, insan kişiliğinin kurtuluşu ve gelişmesi problemi, bütün toplumun sosyalist temeller üzerinde kurulması sorununa sıkı sıkıya bağlıdır. Yalnız sosyalizmde «insanlar tamamıyla bilinçli olarak tarihlerini kendileri yaratmaya başlayacaklardır. Ancak o ondan itibaren onlar tarafından harekete geçirilen toplumsal nedenler, insanlar tarafından istenen sonuçları önemli ve gitgide ortan derecede vermeye başlayacaktır. İnsanlığın, zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine sıçrayışı işte budur.” (Marks ve Engels, «Bütün Eserleri», cilt 20)

Bir yanıt yazın