Haber / Yorum / Bildiri

23 Haziran’da Erdoğan’ı bir kez daha yenelim, O’nun sonunu başlatalım!

Yığınlar arasında Kürdistan ve Pontus tartışmalarını hızlandıralım!

Barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde yeni bir Türkiye isteyelim!

Türkiye’de hemen hemen tüm sol ve demokratik güçler 31 Mart 2019 seçimlerini Erdoğan’ın sonunun başlangıcı olarak değerlendirdi. Erdoğan hâlâ benim oylarım % 50’nin üstünde diye tuttursa da, tüm dünya alem ve kendisi de çok iyi biliyor ki, 31 Mart yerel seçimlerini kaybeden Erdoğan ve Cumhur İttifakıdır. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra bu Erdoğan’ın aldığı en büyük darbedir. Bırakalım diğer büyük şehirleri, tek başına İstanbul’u kaybetmiş olmak bile Erdoğan için büyük bir yenilgidir. Zira İstanbul’u kaybeden seçimin tümünü kaybetmiş olur, Türkiye’yi kaybetmiş olur. İstanbul’u kaybeden bir iktidar, bir hükümet uzun zaman iktidarda kalamaz, hükümet edemez. Neden bu böyle?

Neden İstanbul tüm iktidarlar için, ama özellikle Erdoğan için bu kadar önemli?

Bu önem yalnız Türkiye nüfusunun hemen hemen beşte birinin İstanbul’da yaşıyor olmasından ileri gelmiyor. Bu, İstanbul’un Türkiye’nin ekonomik, politik, kültürel kalbi olmasından ileri gelmektedir. İstanbul Türkiye’nin ve özellikle Türkiye ekonomisinin lokomotifidir. Örneğin 2017 yılında 851 milyar dolar olan GYMH’nın (Gayrisafi Yurtiçi Milli Hasıla) 266 milyar doları, yani % 31,2’si İstanbul’da yaratılmıştır. Sanayi sektöründe ise İstanbul’un payı % 29’dur. 341 milyar dolarlık dış ticaret hacminin (ihracat ve ithalatın) % 56’sı İstanbul tarafından gerçekleştirilmektedir. Yine 536 milyar liralık vergi tahsilatının % 44’dü İstanbul’da elde edilmektedir. Türkiye’deki 1,5 trilyon liralık toplam banka mevduatının % 43,8’i İstanbul’da yer almaktadır. Bu büyük ekonomik gücün yanında bir de İstanbul Büyükşehir Belediyesi İBB’nin İSKİ ve İETT ile birlikte 34,8 milyar liralık bütçesi ile 28 iştirak şirketinin 24 milyar liralık cirosundan oluşan 58,8 milyar liralık bir ekonomik gücü bulunmaktadır. Şimdiye kadar AKP İstanbul’un ve İBB’nin bu gücünü kendi taraftarlarına ve kadrolarına arpalığı gibi sundu, talan etti. Bu talana İstanbul’daki büyük rant dahil değildir. Bu rantı daha çok Erdoğan kendi babasının malı gibi talan etmiştir ve hâlâ tepe tepe kullanmak ve talan etmek istemektedir.

İşte 31 Mart’ta Erdoğan böylesine sırf ekonomik gücü Türkiye’nin ekonomik gücünün nerdeyse yarısına tekabül eden bir şehri, tek kelimeyle İstanbul’u kaybetti. Bu yenilgiden sonra artık O, uzun zaman iktidarda kalamayacağını herkes gibi biliyor. Her ne kadar başta kendisi, önümüzde 4,5 yıl gibi seçimsiz bir dönem var, işimize bakalım, diyerek yenilgiyi kabullenir gibi görünmüş olsa da, İstanbul’suz Türkiye’nin yönetilemeyeceğini, İstanbul’da iktidar olmadan Türkiye’de iktidar olmanın imkansızlığını en kısa zamanda olaylar ona tüm çıplaklığıyla bir kez daha gösterdi. Özellikle İmamoğlu’nun kısa süren belediye başkanlığı döneminde ortaya çıkarılan talan, yağma ve vurgun, yolsuzluklar kamuoyunda Erdoğan’ı da, AKP’yi de dipten salladı. Binlerce insanın, AKP kadrolarının İBB’den nemalandığı ortaya çıktı. Bu kadroların kaybı AKP’nin örgüt olarak bir yerde sonu demektir. AKP İstanbul’suz olamazdı. Ne yapıp ne edip İstanbul geri alınmalıydı. İstanbul’u geri almak için Erdoğan ve AKP ve ortağı MHP kolları sıvadılar, dört bir koldan saldırıya geçtiler. Önce oy farkını kapatmaya, olmayınca seçimleri iptale yöneldiler.

Saymakla fark kapatılamıyordu

AKP saldırıya geçmişti, ama yapılan saldırıların çoğu ikna edici değildi. Sandık sayımlarında hata var dendi, geçersiz oyların çoğunun kendi oyları olduğu iddia edildi. Kendilerini haksızlığa uğramış, mağdur olmuş parti olarak göstermeye çalıştılar. Haksızlığı gidermek için haklarını arayacaklarını, yasal yolları kullanacaklarını ilan edip Yüksek Seçim Kurulu YSK’ya gittiler. Önce geçersiz oyların sayılmasını istediler. HDP’nin Van’da ve diğer şehirlerde, İYİ Parti’nin Balıkesir’de, CHP’nin birçok il ve ilçelerde yaptığı itirazları anında reddeden YSK, AKP’nin itirazlarını hemen kabul etti. YSK sanki AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın noteri, kalemi gibi çalışıyordu. YSK’nın harekete geçmesi için Erdoğan’ın basında bir konuyu ima etmesi yetiyordu. YSK durumdan vazife çıkarıp Erdoğan’ın dediği yönde karar alıyordu. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ise sözde vardı, ama o da Erdoğan için geçerli değildi. YSK hemen geçersiz oyları saydırttı. Ama İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasındaki fark bir türlü kapanmıyordu. Bunun üzerine AKP bazı ilçelerdeki sandıkların tümünün sayılmasını istedi. YSK bunu da kabul etti. Sandıklar sayıldı. Oy farkı yine kapanmadı. AKP bu sayım sırasında oy torbalarıyla oynamayı, hile, hırsızlık yapmayı hesap ediyordu. CHP ve HDP’liler oy torbalarının gece-gündüz başında beklediler, hile, hırsızlık yaptırmadılar. Oylara, sandıklara sahip çıktılar. Gerçek bir sayımın yapılmasını sağladılar ve farkın kapanamayacağını dünyaya gösterdiler. Bu durumda YSK da gerçek seçim sonuçlarını ilan etmek zorunda kaldı. Böylece İmamoğlu’na başkanlık mazbatasının verilmesi kaçınılmaz oldu. İmamoğlu mazbatasını aldı, İBB Başkanı oldu. Bu Erdoğan ve AKP için büyük bir şok oldu.

Ne yap, ne et, seçimleri iptal et!

Erdoğan ve AKP kurmayları şimdi kendilerine soruyorlardı: „Ne yapmalı? Ne yapmalı, ne etmeli ki, İmamoğlu başkanlıktan düşürülsün, başkanlıktan uzaklaştırılsın. Ama nasıl?“ Yapılması gereken, akla gelen tek yol, tek çare seçimlerin iptal edilip yenilenmesiydi. Bu ise kolay değildi. Bunun için şimdiye kadar en azından sözde ve göstermelik de olsa savunulan ve kutsal sayılan, ama ayaklar altında çiğnenen burjuva demokrasinin ve hukukunun, millet iradesinin, seçimlerin iyice ayaklar altına alınıp çiğnenmesi gerekiyordu. Öyle de oldu.

Seçimlerin iptal edilip yenilenmesi için öyle bir gerekçe bulunmalıydı ki, „tam kanunsuzluk hali“ denilen suçun, yani “kanunun emredici hükümlerine aykırılık hali”nin oluşması gerekiyordu. Kanunların emredici hükümlerine karşı olan bir durum esasen yok hükmündedir ve o zaman seçimlerin iptal edilmesi elzemdir. 298 sayılı “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun” kapsamında bazı hukukçulara göre „seçimlerin düzenlenmesi koşullarına aykırılık teşkil eden olayların ve hallerin tespit edilmesi halinde ‘tam kanunsuzluk’ durumu oluşabilir ve seçimler iptal edilebilir“di. Bu durum mesela seçimlerde organize usulsüzlük, hırsızlık, şaibe olursa veya sandık kurullarında kamu görevlisi olmayan kişiler görevlendirilirse oluşabilirdi. AKP bu hukukçuların görüşüne uyarak “tam kanunsuzluk hali” oluşmuştur diyerek YSK’a seçimlerin iptali ve yenilenmesi için başvurdu. Minareyi çalan kılıfını önceden hazırlar hesabı valizler dolusu “delillerle” YSK’ya başvurdular.

Ne idi bu valiz dolusu deliller?

Deliller sandık kurullarının oluşturulmasındaki, sayım cetvellerinin düzenlenmesindeki usulsüzlüklere ve oy kullanma ehliyeti olmayan kişilerin oy kullanmış olmalarına dayandırılıyordu. AKP’ye göre sandık başkanları kamu görevlisi olması gerekirken birçok sandıkta kanunun bu emredici hükmüne uyulmamış, kamu görevlisi olmayanlar, KHK’dan atılanlar sandık başkan ve üyesi yapılmışlardı. Birçok sandıkta oy kullanma ehliyeti olmayan kısıtlı, zihinsel engelli vatandaşlara oy kullandırılmış, birçok yerde de ölüler ve hapiste bulunan tutuklu ve mahkumların yerine oy kullanılmıştı. Yine birçok sandıkta sayım-döküm cetvellerin ya olmadığı, ya da doğru düzenlenmediği, imzasız olduğu ve AKP oylarının CHP’ye yazıldığı, çalındığı, organize bir hırsızlık olduğu, bir şaibe oluştuğu ileri sürülmüştür. Seçim öncesinde özellikle seçim kurullarına, listelerine yapılan itirazları, “bizim listeler dünyanın en sağlam güvenilir listeleridir” diyerek reddedenler şimdi bu gerekçelerle İBB seçiminin iptalini istemekteydiler. Seçim kurul ve listelerinde yolsuzlukların nerede olduğunu çok iyi bilen AKP’nin valizleri bu „deliller“le dolduruldu. Seçimi kaybetme durumunda ne yapılacağı planı sanki önceden hazırlanmıştı. YSK’da AKP’nin hiçbir dayanağı olmayan bu “delilleri”ni kabul etti ve bu asılsız gerekçelere dayandırarak 6 Mayıs’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal etti, 23 Haziran 2019 seçimleri yenilenmesine karar verdi. YSK kararını esas olarak 754 sandıkta, sandık kurullarının yasanın emrettiği kamu görevlilerinin oluşturulmamasına dayandırmıştır. Oysa 298 Sayılı Yasanın 23. Maddesinin son bendinde İlçe Seçim Kurullarının, verilen listedeki kamu görevlilerinin görevi kabul etmemeleri durumunda dışarıdan atama yapabileceğini belirtmektedir. Yani “tam kanunsuzluk hali” tecelli etmiş değildir, en azından tartışma konusudur. Bunun için de 11 YSK üyesinden 4’ü karşı oy kullanmıştır. Ayrıca yine yasaya göre sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmaması halinin seçim sonuçlarını etkileyecek nitelikte olması ve bunların delil ve gerekçe gösterilerek ispatlanması gerekmektedir. Yani kamu görevlisi olmayan sandık kurulu başkanının seçmenin iradesini etkileyecek davranışlarda bulunması ve bunun kanıtlarıyla protokole geçmesi gerekirdi. Ama kamu görevlisinin sandık başkanı olmadığı 754 sandığın hiçbirinde böyle bir tutanak olmadığı gibi, bu sandıklardaki AKP’li sandık kurulu üyelerinin ve gözlemcilerinin bu konuda bir itirazı ve düştükleri bir şerh de yoktur. Yani “seçimin neticesine müessir” bir hal bulunmamaktadır. Bu YSK tarafından AKP’nin itirazının hemen reddedilmesini gerektirirdi. Zira yasaya göre ”delil ve gerekçe gösteremeyenlerin itirazları incelenmez”. Buna karşın YSK “sandık kurulu başkanlarının kanun hükümlerine aykırı olarak görevlendirilmesi… seçim sonucuna müessir olay ve haller kapsamında görülmüş” diyerek “delil ve gerekçe” aramadan seçimleri iptal etmiştir, hukuk bir kez daha en yüksek hakimler tarafından çiğnenmiştir.  

YSK hakimlerinin hesap verecekleri günler yakındır

“Tam kanunsuzluk hali”nin tek başına sandık kurullarının oluşturulmasına dayandırılamayacağını gören YSK, 99 sandıkta tutuklu ve ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerin ve 6 sandıkta ölülerin yerine 105, kısıtlı ve zihinsel engelli 601 kişi olmak üzere toplam 706 kişinin hakkı olmadan oy kullanıldığı ve 108 sandıkta sayım-döküm cetvellerinin düzenlenmemiş olmasını gerekçe göstermek zorunda kalmıştır. Ama bu sandıklardaki oylar ise sisteme verilmiştir, sayılmıştır. YSK ise, “sayım döküm cetvellerindeki bu eksiklik tek başına seçim sonucuna müessir olmamakla birlikte, sandık kurulu başkanlarının kanuna aykırı biçimde belirlenmesiyle birlikte değerlendirilmiştir” diyerek iptal edilemeyecek olan bir seçimi, Reis istediği için iptal ettiklerini açıkça itiraf etmiş oluyorlardı. Bu gerekçelerin yetersiz olduğunu bilen Erdoğan bu kez de “oylar çalındı” diye ispatsız bir gerekçe ortaya attı. Papağan gibi bunu tekrarlamaya başladı. Ama bu da inandırıcı olmadı, tutmadı.

Reis’in, yani Erdoğan’ın yalnız İstanbul Büyükşehir Belediye İBB Başkanlığı seçimini iptal etmesi için YSK’ya baskı yaptığı o kadar aşikâr ki, YSK kanuna aykırı kurulmuş olan aynı sandık kurullarının aynı sandıkta ve aynı zarf içinde birlikte yapılan diğer üç seçimi, belediye meclis üyeliği, ilçe belediye başkanlığı ve muhtar seçimlerini iptal etmiyor- İBB Başkanlığı seçimlerini iptal ediyor. Keyfiliğin, ben yaptımcılığın ancak bu kadarı olur. Sorun sandık kurullarının kanuna aykırılığı ise 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu ve 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de iptal etmesi gerekirdi. Nerede “bağımsız yargı”? Bu YSK Referandumda geçersiz oyları geçerli sayan bir YSK’dır. Esasında elinde adalet terazisini tutan bir hakim, bir hukukçu için yasaların değil, muktedirlerin, reislerin, diktatörlerin dediğini, emirlerini uygulamaktan daha ağır bir vicdan azabı olmaması gerekir, eğer vicdanları kaldıysa. Vicdanı olmayanlar veya vicdanını Reise teslim edenler de Hitler devrildikten sonraki o Alman hakimlerinin başına gelenleri hatırlasınlar, yeter. Erdoğan’ın suçuna ortak olmanın cezasını bu millet ahrete bırakmayacak, bu dünyada verecektir ve vereceği günler de yaklaşmaktadır. İstanbul seçimleri bunlara bir ihtardır!

Faşist anlayışa sahip olan Erdoğan için zaten demokrasiyi, hukuku çiğnemek yeni bir şey değildi. Keyfi yönetim onun faşist İslami mayasında vardır. Burjuva demokrasi onun için bir amaç değil, bir araçtır. O kaç kez anayayı değiştirtti, son referandumu geçersiz oyları geçerli saydırtarak kazandı. İki sene boyunca ülkeyi KHK’larla yönetti. Kendi faşizan tek adam diktatörlüğünü gerçekleştirebilmek için şahsına münhasır ucube bir başkanlık sistemi yarattı. Ama O, tüm bunları yaparken hep bir demokrasi örtüsüne, seçim şalına ihtiyaç duymuştu. Kamuoyundaki tepkileri kırabilmek için sık sık seçimleri, sandığı kutsamıştır. Her seçimden sonra herkesi sandıktan çıkan halk iradesine, milli iradeye saygılı olmaya çağırmıştır. Bir oy farkla milli iradenin tecelli edeceğini, iktidarın bir oy farkla alınabileceğini savunmuştur. Ama şimdi oy farkı bir değil 14 bindir. Milli irade tecelli etmiş midir? “Hayır”, O’na göre etmemiştir, çünkü seçimi kazanan Erdoğan değildir, muhalefettir. Hem de 14 bin oy farkla kazanmıştır. Erdoğan kazanmadığına göre milli irade de tecelli etmemiştir. Milli iradenin tecellisi için seçimler yenilenmelidir. Ne zaman ki Erdoğan bir oy farkla kazanır, o zaman milli irade tecelli etmiş olacaktır. O halde seçimler Erdoğan kazanıncaya kadar tekrarlanmalıdır, ki milli irade tecelli etsin. Bunun için de YSK’nın Erdoğan’ın kazanamadığı seçimleri iptal etmelidir ve bunun hukuki kılıfını hazırlamalıdır. Burjuva demokrasisi böyle bir şeydir. Yani burjuvazinin diktatörlüğüdür. Demokrasi, seçim, yasalar ve kurumlar bu diktatörlüğün, yani burjuva erkinin garanti altına alınması için vardır. Büyük bir ihtimalle Erdoğan 23 Haziran 2019’da da seçimleri kaybederse seçimlerin iptali için yine YSK’ya başvurması beklenmelidir.

Seçim ve burjuva demokrasileri

Böylesine seçimlerin hiçe sayılması, Türkiye gibi geri kalmış, Erdoğan gibi faşizan bir diktatöre sahip ülkelere has bir olgu olduğu fikrini akla getirebilir. Gerçek ise hiç de böyle değildir. Önce şu belirtilmeli ki, kapitalist ülkelerde seçimler genellikle burjuvazinin, günümüzde de tekelci büyük burjuvazinin erkini sağlamlaştırmak, kamuoyunda ona meşruiyet kazandırmak için vardır. Bunu sağlamak için seçim kanunları ve yöntemleri sürekli değiştirilir ve her yol mübah sayılır. Bu Marks ve Engels zamanında da böyleydi, bugün de böyle. Engels „burjuva seçim zaferlerinin hemen hemen her durumda hükümet memurları tarafından en kaba biçimde yasaların çiğnenmesiyle“ oluştuğunu  ve “her türlü rüşvet, yolsuzluk, sindirme ve iltimasın uygulandığını” belirtir (MEW.1/28) Marx da İngiltere seçimlerini örnek vererek bu seçimlerde “örneği görülmemiş şekilde bir rüşvet, yolsuzluk, şiddet, sarhoşluk ve cinayet tablosunun ortaya çıktığını” yazar (MEW 8/352).  Zaman içinde üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak baskı, şiddet, hile, sahtekarlık, rüşvet ve yolsuzluk azalırken, geniş yığınları ekonomik, politik ve ideolojik araçlarla etkileme ve satın alma yöntemleri öne çıkmıştır. Lenin’in belirttiği gibi işçi aristokrasisinin oluşması ve oportünizmin ortaya çıkması burada önemli rol oynamıştır (LW 22/107.119). Günümüzde ise ekonomik araçların yanı sıra tüm burjuva basın ve medyası yığınları manipüle etme ve onu burjuva düzeninin bir parçası olarak tutmakta büyük bir işlev görmektedir. İşçi sınıfı ve demokratik güçlerin örgütleri yasa ve yasaklarla sürekli gizli bir şiddet altında tutulur ve kamuoyunda diskredite edilir. Gerçek muhalefet bastırılır, Parlamentolarda muhalefet ise genellikle “göstermeliktir”.

Eğer bugün Avrupa’da burjuvazi erkini kolayca seçimlerle sağlayabiliyorsa bunu oportünistleşmiş sosyal demokratlar ve sendikacılara, işçi aristokratlarına, sol ve komünistlerin çalışmalarına getirilen yasal kısıtlamalara ve egemen antikomünist, antistalinist ideolojiye borçludur. Burada yalan, kara çalma, meslek yasağı, işten çıkarma, gözdağı verme, itibarsızlaştırma hâlâ geçerli yöntemlerdir. Genellikle seçimler veya oylamalar egemen burjuva lehine dönünceye kadar tekrar edilir ve bu demokrasi olarak satılır. Son aylarda İngiltere’de yaşananlar buna tipik bir örnektir. İngiltere’de halk iradesinin Brexit yönünde oluşmasıyla hem kıta Avrupa’da, AB’de hem de İngiltere’de egemen güçler yeni bir referandumun, halk oylamasının koşullarını hazırlamak için sürekli Brexit görüşmelerini uzatmakta, parlamentoya sürekli yeni yasalar sunulmaktadır. Eğer seçimler, seçimlerle oluşan parlamento, yeni yeni seçim reformları bu işlevi, yani egemen burjuvazinin erkini güçlendirme işlevini görmüyorsa kaldırılıp “çöpe” atılır. Yerine, duruma göre ya otoriter bir rejim, ya da faşizm gelir. Bu yalnız Türkiye gibi ülkeler için değil, Batı Avrupa’daki seçime dayalı burjuva demokrasileri için de geçerlidir. Bu ülkelerde sağcı, ırkçı, faşist güçlerin daha şimdiden % 20’lere varan bir güce ulaşması tesadüfi değildir. Egemen güçler, ilk etapta demokratik hak ve özgürlükleri budamak ve kaldırmak için bunları gelecek günlere hazır tutmaktadırlar. Avrupa’daki sol, demokrat, komünist güçler gelmekte olan bu tehlikeye karşı demokratik hak ve özgürlükleri savunmak için mücadeleyi artırmışlardır.

Türkiye’de ise şu an bunların hepsi birden gündemdedir: Baskı ve şiddet, barbarlık, hile ve sahtekârlık, rüşvet ve yolsuzluk had safhadadır, yasaları çiğnemek ve hakimleri otoritenin, “Reis”in memurları haline getirmek, seçimleri iptal etmek ve yenilemek olağandır. Önemli olan Reisin kazanmasıdır, saltanatını sürdürmesidir. Şimdiye kadar bu yöntemler işledi, Reis hep konumunu korudu ve güçlendirdi. Ama şimdi yeni bir durum ortaya çıkmaya başladı. Baskı ve hile, sahtekarlık, rüşvet ve hırsızlık eskisi gibi kolay yapılamıyor. Bundan böyle seçim iptal ettirmek, yeniletmek de eskisi gibi, çok kolay gözükmüyor. Büyük bir olasılıkla bunlar bu seçimlerde tutmayacak. 23 Haziran’da bu görülecek. Eğer Erdoğan, partisi AKP, MHP ile çatıştırdığı Cumhur İttifakı 23 Haziran’da İstanbul seçimini kaybederse artık Erdoğan’ın 4,5 yıl Türkiye’yi rahat bir şekilde yönetme hayali bitecektir, “ipini çekme” zamanı gelmiş olacaktır.    

23 Haziran’da “ipinin çekileceğini” çok iyi bilen Erdoğan bunu önlemek için tek başına hile ve sahtekarlığın, hırsızlık ve yolsuzluğun, şiddet ve baskının geçmişte olduğu gibi yeterli olmadığını görmüş durumdadır. Trafoya kedinin girmesi, geçersiz oyların saydırılması, oy torbalarının değiştirilmesi, Anadolu Ajansı’nın manipülasyonları gibi yöntemler zorlaşmıştır. Bunların daha kolay yapılabilmesi için oyunu gözle görülebilir bir şekilde artması gerekiyor. Bunun için Erdoğan 31 Mart’ta kendine oy vermeyen katmanlara yöneldi. Bunlar Kürtler ve AKP’ye kırgın olan eski seçmenler. Kızgın AKP’lileri kazanmak için bunların önde gelenleri devlet işletmelerine müdür veya yönetim kurulu üyesi olarak atandılar. Devlet parasıyla ve makamlarıyla kırgınlar büyük ölçüde kazanıldı. Kürtleri “kazanmak” ise kolay değildi, zira Kürtler daha bilinçli ve örgütlü hareket ediyorlar, „AKP’ye oy yok“ diyorlar. Ama Kürtlerin en azından belli bir kesimini kazanmadan seçim kazanmanın imkansızlığını görün Erdoğan, Kürtlere karşı daha büyük manevralara ve sahtekarlıklara başvurmaya başladı, mavi boncuk dağıtmaya kalkıştı. Bunlar yetersiz kalınca Hakurk’da Kürtlere saldırıya geçti. Ama bu şeker ve kamçı politikasının işlemediğini Erdoğan 23 Haziran’da bir kez daha görecektir.

Kürtler kilit konumda

31 Mart’ta Erdoğan Türkleri kutuplaştırdığı gibi Kürtleri de kamplaştırmaya, bölmeye çalıştı. Bir yanda PKK taraftarı ’terörist Kürtler’, diğer tarafta PKK’ya karşı, devlet yanlısı dini bütün Kürtler yaratmaya kalkıştı. Bunu Kürdistan’ın, Kürt kimliğinin inkarı üzerinden yaptı. Türkiye’de Kürdistan yok, Kürdistan Kuzey Irak’ta, Kürdistan istiyorsan oraya git, dedi. İster PKK yanlısı, ister sözde devlet yanlısı olsun herkes gibi hiçbir Kürt Kürdistan olan doğup büyüdüğü toprakların inkar edilmesine ve o topraklardan “defol-git” denmesine tahammül edemez. Hem de en başta kendisine yakın gördüğü dindar, Sunni Müslüman Kürtler Erdoğan’ın bu tutumunu kabul etmedi. Esasında PKK karşıtlığı ve PKK-terörizmi Kürtler nezdinde tutmayan bir politikadır. Zira genel olarak Kürtler 100 yıllık Cumhuriyet döneminde yaşadıkları ve hâlâ yaşamakta oldukları inkâr ve imha politikasının PKK ve Öcalan sayesinde kırıldığını bilmekte, PKK ve Öcalan’ı kendi örgüt ve liderleri olarak görmektedir. 31 Mart seçim kampanyasını devletin bekası ve Kürt düşmanlığı üzerine kuran Erdoğan seçim gecesi boyunun ölçüsünü aldı. Yalnız HDP’liler değil, kendi taraftarı saydığı dindar Kürtler de AKP’ye oy vermediler. Bu nedenle AKP hemen hemen bütün büyük şehirlerde belediye başkanlıklarını kaybetti. Özellikle İstanbul’un kaybı yüreğine taş gibi oturdu. İstanbul dahil tüm büyük şehirlerde HDP’nin, Kürtleri desteklediği adaylar kazandı. Bir kez daha Erdoğan’ın kafasına dank etti: Türkiye’de Kürtleri kazanmadan seçim kazanmak mümkün değildir. Kürt düşmanlığı yapmak baştan seçimi kaybetmek demekti. Bu PKK ve Kürt düşmanlığına, Kürdistan inkârına dayanan Türk politikasının tümden Kürtler tarafından reddi anlamına geliyordu.

Şimdi Erdoğan 31 Mart’ta Kürtlerin oy vermediği politikasını değiştirip, sözde tam tersi bir politikayla, Türkiye’de Kürdistan’ın varlığını ve Kürt kimliğini kabul eder gözüken bir politikayla Kürtlerin gözünü boyayıp 23 Haziran’da onların oyunu almayı planlıyor. Bu konuda da “ciddi” adımlar atıyor, Kürtleri kandırmaya çalışıyor, Kürtçe seçim pankartları asıyor. İlk adım 200 gündür Hakkari Milletvekili Leyla Güven ve arkadaşlarının yurt içince ve dışında, hapishanelerde Öcalan üzerindeki gayri hukuki tecridi kırmak için sürdürdükleri açlık grevlerini görmek oldu. Açlık grevleri zaferle sonuçlandı, tecrit kırıldı, avukatları ve ailesi Öcalan’la görüşmeye ve Öcalan’ın görüşlerini kamuoyuna duyurmaya başladı. Bu Öcalan’ın müdahalesi olmadan Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun temel sorunlarının çözülemeyeceğinin devlet katında bir kez daha görülmesiydi. İkinci adım, Binali Yıldırım’ın bayramda Diyarbakır’da yaptığı toplantıydı. Yıldırım Diyarbakır’da Kürdistan ve Dersim’den bahsetti. Düne kadar „Türkiye’de Kürdistan yok, Dersim diye bir yer yok“ diyen Erdoğan ve şürekası birden Kürdistan ve Dersim’den bahseder oluverdiler. Bunlar bu tavırlarında samimi değillerdir. Daha düne kadar TBMM’de bir toplantıda “Ben Kürdistan’dan gelen bir temsilci olarak” dediği için Osman Baydemir’e ceza verildiğini, bundan sonra inadına Kürdistan diyenler hakkında davalar açıldığını bu halk unutmadı. Tunceli Belediyesi’nin adını Dersim Belediyesi olarak değiştiren belediye meclisinin kararını iptali ve Belediye Başkanı Maçoğlu ve meclis üyeleri hakkında tahkikat açılmasının üzerinden daha bir hafta geçmedi. Diyarbakır’da Binali Yıldırım Kürdistan derken Bitlis’te yeni AKP’li belediye başkanı Bitlis girişlerindeki Kürtçe, Türkçe, İngilizce yazılı “Bitlis’e Hoşgeldiniz” levhalarını indirtiyordu. Sanki “Kürtçeyi sokaklardan kovuyor“du. Bunları ve daha binlercesini her gün yaşayan halkı, eğer Yıldırım Diyarbakır’da söylediğin Kürdistan ve Dersim sözcükleriyle Kürtleri kandırıp oylarını alabileceğini sanıyorsa, yanılıyordur, hatta kendi kendini kandırmış, aldatmış oluyordur. Kürtler artık eski Kürtler değildir, Senin öyle hiçbir şey olmamış gibi söyleyiverdiğin o iki sözcük uğruna binlerce Kürt isyan etmiş ve hâlâ etmektedir, zindanlarda yatmış ve yatmaktadır, sürülmüş ve sürülmektedir. Bu iki sözcük için ölmüş ve ölmektedir. Eğer sen sahiden Kürtlerin oyunu almak istiyorsan önce bu iki sözcükle, Kürdistan ve Dersim’le, Roboski’yle, Koçgiri’yle, Şeyh Sait ve Seyit Rıza ile yüzleşmen, başta Öcalan ve Demirtaş olmak üzere tüm tutuklu ve “hükümlüleri” serbest bırakman, Kürtlerden özür dilemen, onların eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasi temelinde haklarını kabul etmen gerekmektedir. Bundan sonra ancak dönüp kendinde Kürtlerden oy isteme hakkını bulabilirsin. Aksi takdirde Kürtlerden AKP’e, Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım’a oy yoktur. Kürtlerin oyları 31 Mart’ta olduğu gibi 23 Haziran’da da yine diğer sol ve demokratik güçlerle birlikte en demokratik adaya olacaktır. 23 Haziran’da da 31 Mart’ta olduğu gibi AKP’ye, Erdoğan’a ve Binali’ye bir darbe daha indirilecektir. Bu Erdoğan ve faşizan rejiminin sonunun ilanı olacaktır.

Bir “musibet” bin nasihattan iyidir: Kürdistan ve Pontus tartışması

Sol ve demokratik güçler yıllardır söylüyorlar. Türkiye Cumhuriyeti ve devleti milleti tek, dili tek, dini ve mezhebi tek bir halktan oluşmamaktadır. Çok millet ve milliyetli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir halktır, bir ülkedir, bir devlettir. Türkiye’de yalnız Türkler yoktur, Kürtler vardır, Lazlar ve Çerkesler, diğer Kafkas halkları vardır, Ermeniler ve Rumlar vardır, Boşnaklar ve Arnavutlar vardır, Araplar, Yahudiler, Romanlar ve daha onlarca halk vardır. Türkiye’de yalnız Trakya ve Anadolu yoktur, Kürdistan ve Lazistan vardır, Pontus ve Ermenistan vardır, vardır ve daha da vardır… Bunları söylemek bölücülük değildir. Bölücülük başka bir konudur. Bunları söylemek ülkemizin bir güzelliğini, zenginliğini, çokluğunu dillendirmektir. Sanat bu çokluğu bir arada yaşatabilmektir. Bunun reçetesi eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasidir.  Tersi inkâr, baskı ve şiddettir. Bu da bölünmeyi ve parçalanmayı getirir. Bizler binlerce kez bu gerçeği tekrar ettik ve ediyoruz. Bu gerçeği söylediğimiz için yıllarca hapislerde yattık, yatıyoruz, sürgünlerde yaşadık, yaşıyoruz. Maalesef Cumhuriyetin bu tekçi: tek millet, tek devlet, tek dil, tek bayrak, tek din kuruluş anlayış ve felsefesine karşı çokluk anlayışını hayata geçiremedik veya çok küçük mesafeler kat ettik. Ama şimdi sanki bu seçimlerde büyücek bir mesafe kat edecek bir durum ortaya çıkmış gibi gözüküyor.

31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bu işin “musibeti” gibi oldu sanki! Türk burjuva ve egemen güçlerinin tekçi anlayışının tutarsızlığı sanki tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmış gibi. Düne kadar ağza alınmasını tabu ilan ettiği Kürdistan tabusunu Kürdistan diyerek şimdi kendi yıkmaktadır. Kendi çevresindeki apolegetler de Türkiye’de Kürdistan var mı yok mu? Artık buna bir karar verilsin demektedirler. Bu burjuva aydınlarının demesiyle Kürdistan bir kararla var veya yok olacak değildir. Kürdistan vardır, var olmak için karara da ihtiyacı yoktur. Yapılması gereken Türk kamuoyuna yerleştirilmiş olan tekçi anlayışın yıkılması için mücadele etmektir. Kürtlerin oyunu almak için itiraf edilen bir gerçeğin Türk kamuoyu bilincine çıkartmaktır. Erdoğan seçimi alabilmek için onlarca mele ve kanaat önderini İstanbul’a getirtti, Kürtleri ikna turuna çıkarttı. Kürtler onlara „sen Kürdistan’dan gelmedin mi“ diye soruyorlar. Kürdistan resmen kabul edilmeden ve Öcalan’la müzakerelere başlamadan Erdoğan’a, AKP’ye oy yok diyorlar. Erdoğan binbir hile ve dolandırıcılıkla, şiddetle 23 Haziran’da seçimi kazanabilir. Binali’yi İBB Başkanı yaptırabilir. Ama bunların hiçbiri kalıcı değildir. Kalıcı olacak olan Kürdistan anlayışının Türk kamuoyu bilincine yerleşebilmesidir. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin tabanda birliğinin sağlanmasıdır. Türkiye’nin demokratikleşmesinin ilk gerçek adımı Kürdistan’ın Türkiye’de kabulü olacaktır.   

Bu seçimdeki bir başka “musibet”, Erdoğan ve Binali Yıldırım’ın ve diğer AKP’lilerin CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun seçmen tabanını eritmek için ortaya attıkları Pontus tartışmasıdır. Pontus Karadeniz kıyısında Trabzon ve Giresun çevresine ve buralarda yaşayan Rumlara verilen addır. Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması için girişilen Ermeni kırımı sırasında Pontus Rumları da kırıldı, kalanların bir kısmı mübadelede Yunanistan’a gönderildi, diğer kısmı da İslamlaştırılıp Türkleştirildi. Yapılan bu katliamların başında Topal Osman vardı. AKP’lilere göre İmamoğlu bu İslamlaşan ve Türkleştirilen Pontuslu Rumlardan biridir ve bir Rum yani Yunan asıllı biri İstanbul’a belediye başkanı olamazdı. İmamoğlu Türk asıllı da olabilir Rum asıllı da. Rum asıllı olması onun belediye başkanı olmasına asla engel değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes: Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Boşnak, Arnavut, Ermeni, Rum, Arap, Çingene, Sunni, Alevi, Hıristiyan, Yahudi veya Ezidi, Zerdüşt kim olursa olsun bu ülkede muhtar da, belediye başkanı da, başbakan da, cumhurbaşkanı da olabilir. Buna karşı çıkan yasalara, çok savunduğu birliğe karşı çıkmış olur. Bugün Londra’nın belediye başkanı bir Hintlidir. O kendisini Hint asıllı bir Britanya vatandaşı sayıyor ve tüm Britanyalılar onun Hint asıllı olduğunu biliyor. İşte bizdeki sorun bu: Ne İmamoğlu kendisini (gerçekten Pontuslu Rum‘sa) Pontuslu Rum olarak ifade edebiliyor, ne de Türkiye kamuoyu onu bir Pontuslu Rum olarak kabullenebiliyor. Pontuslu veya Pontuslu bir Rum olmak Türkiye’de bir tabudur. Ona yaşam hakkı yoktur.

Karadeniz’de Pontus Rumu olayı Ermeni ve Kürt sorunundan sonra Türkiye’nin en önemli sorunlarından biridir, sürekli üstü örtülen kanayan bir yarasıdır. Kim ki bu sorunu gündeme getirir, o hemen susturulur, kabuk bağlamış yarayı kaşıdığı için hemen hakkında dava açılır. İşte böylesine Türkiye’nin önemli bir sorunun, Pontus sorununun AKP’liler tarafından seçim gündemi yapılması, bu sorunun kamuoyunda tartışılması, Türkiye kamuoyunda bir tabunun daha yıkılmasıdır, demokrasi ve halklarımızın eşitlik, özgürlük ve özerlik temelinde ortak yaşam mücadelesinin güç kazanmasıdır. Türk toplumunda hâlâ hüküm süren tekçi egemen anlayış gereği AKP’liler bu adımlarıyla İmamoğlu’na oy kaybettirebilirler, hatta onu seçtirmeyebilirler, ama bundan da önemlisi Pontus sorunu Türkiye‘nin gündemine oturmuştur ve Topal Osman gibi devlet tarafından göklere çıkarılan bir caninin gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.

Barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde yeni bir Türkiye Bu seçimlerin yarattığı en büyük iki kazanım kamuoyundaki Kürdistan ve Pontus tartışmasıdır. Şimdi seçim alanlarında tabanda kampanyalarımızı hem halkın günlük belde sorunlarına hem de Türkiye’nin bu genel sorunları üzerine kuralım. Ekonominin yanı sıra Kürdistan‘ı, Pontus‘u, Ermeni sorununu, Türkiye’nin demokratikleşmesini tartışalım. Unutmayalım: bu seçim yalnız İstanbul’da İBB Başkanlığı seçimi değildir. Seçim tüm Türkiye’yi ilgilendiren bir referandum niteliğindedir. Oylanan Erdoğan ve Türkiye’nin bekası, geleceğidir. Seçimi Binali, yani Erdoğan kazanırsa Türkiye kaybedecek, demokrasi kaybedecektir. Seçimi İmamoğlu, yani demokrasi güçleri kazanırsa Erdoğan kaybedecek, faşizan diktatörlük kaybedecek, demokrasi kazanacaktır. Seçim çalışma ve kampanyalarımızla Erdoğan’ın bütün manevralarını, hile ve sahtekarlıklarını boşa çıkaralım, sandıklara 31 Mart’taki gibi sahip çıkalım, yaratacağımız büyük farkla Erdoğan ve YSK’ya bir daha seçimleri iptal etme olanağı vermeyelim, O’na boyunun ölçüsünü gösterecek bir darbe daha indirelim. Türkiye’de halkların barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde yeni bir Türkiye istediklerini gösterelim.

Bir yanıt yazın