Haber / Yorum / Bildiri

Sorun oy meselesi mi, ülkenin geleceği meselesi mi? Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü isteyenler İmralı’yı muhatap almalıdır!

Barış ALPER

KÜRT sorununda yeni süreçle ilgili TBMM’nde kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’un İmralı’da Öcalan’ı dinlemesi için gidecek heyete CHP’nin katılmama kararı alması büyük bir tartışmaya neden oldu. Ne var ki, tartışma ülkenin “Kürt Sorunu” gibi temel bir sorununun çözümü üzerine değil, “Öcalan” üzerinde yoğunlaştı, eski önyargılar ortaya döküldü. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum, bu tartışmanın soğukkanlı, ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde gören, bölgedeki gelişmeleri çok yanlı değerlendiren bir açıdan yürütülmesini gerekli kılıyordu. Artık herkesin Kürt sorununda, PKK ve Öcalan konusunda geçmişe değil geleceğe bakarak bir eşik atlamasını, Öcalan’ın muhataplık ve meşruiyet konularının halk tarafından çözülmüş olduğunu görmesi ve anlamasını, süreçte yol alınmasını bekliyordu. Maalesef öyle olmadı, küçük hesaplara, İmralı’ya gidip gitmeme tartışmasına takılıp kalındı. Oysa burada söz konusu olan ülkenin 100 yıllık sorunu Kürt sorununun çözümü, ülkenin bugün büyük bir sorununu geride bırakması, yarın için bölgede ve dünyada daha güçlü çıkma olanağını yakalamasıydı. CHP bu tartışmalarda üzerine düşen sorumluluğunun gerektirdiği şekilde davranmadı veya davranmak istemedi. Eline geçen süreci hızlandırma, Kürtleri kazanma, iktidara baskı yapma gibi bir fırsatı heba etmiş oldu.

Ulusalcı sol ülkenin geleceğini karartıyor

CHP’nin tutumu ilerici solcular ve demokratlar tarafından eleştirilirken, ulusalcı solcular tarafından hararetle desteklendi. İlericiler ve demokratlar “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi CHP’nin, Türkiye’nin Kürt sorunu gibi temel bir konuda yapılacak görüşmede mutlak olması gerekir” derken, ulusalcı solcular arasında “CHP İmralı’ya gitmemekle en isabetli kararı aldı”, “CHP Devletin ve Meclis’in onurunu, şeref ve haysiyetini korudu”, “CHP’nin Öcalan’ı ‘meşrulaştırma’ amaçlı dizayn edildiği anlaşılan İmralı’ya gitmeme kararı son derece tutarlı ve doğru” diyene kadar benzer çok fikir beyan eden oldu. Bunlar arasında Sözcü ve Cumhuriyet’ten, T24’e kadar kendisine sol, sosyalist, demokrat diyen, ama özünde ulusalcı sol veya Kemalist sol olan hatırı sayılır gazeteci, yazar, akademisyen, politikacı da bulunmaktadır.     

Bu hatırı sayılır kişilerden bazıları son bir yıldaki gelişmeleri göz ardı edip bu tartışmaları da fırsat bilerek Öcalan’a yıllardan beri söyledikleri “Teröristbaşı”, “katil” gibi ithamlarını tekrarlamaktan geri durmadılar ve eklediler: “Cumhuriyet’in Meclisi, başka bir deyişle ‘devlet’ teröristin ayağına gider mi?” “Terörist başını meşrulaştırmak için İmralı’ya, ayağına gitmeye gerek yoktu” deyip İngiltere’nin İRA’nın ayağına gitmediğini söyleyerek, iki olguyu eklektik biçimde birbiriyle karıştırıyorlardı. Bu söylemler gösteriyor ki, Türkiye’de bir kesim Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollardan çözülmesine ayak diretmekte, ülke ve bölge gerçeklerini göz ardı etmekte, PKK ve Öcalan teslim oluncaya kadar savaşın sürmesini istemektedir. Türkiye gerçeği ise bunların geride kaldığını, aşıldığını, ileriye bakılması gerektiğini, toplumsal barışın, halkların eşit, onurlu yaşamının sağlanması sorunlarının toplumun önünde durduğunu gösterdiğini vurgulamaktadır.

Seçmeninden ve oy kaybetmekten korkan CHP ve AKP

Bunlardan bazıları özellikle AKP ve CHP’nin seçmenlerinden gelecek tepkilerden, oy kaybetmekten çekindikleri için bu görüşmeye gönüllü olmadıklarını, son ana kadar açık tavır alamadıklarını belirtmektedirler. Öcalan’ın Meclis Komisyonu tarafından muhatap alınması konusunda zımni bir görüş birliği olmasına rağmen, bunu kamuoyunda açık deklare etmekten kaçınmaktadırlar. Hem CHP hem AKP kaynakları, İmralı ziyareti konusunda kamuoyunda bir tepki oluştuğu tespitinden hareketle, görüşme olursa fotoğraf yayınlanmamasının doğru olacağı, hatta gidildiğinin bile kamuoyundan saklanabileceği, aylar sonra açıklanabileceği üzerinde durulduğu söyleniyordu. Bu nedenle CHP’nin katılmama kararından sonra AKP temsilcisi Hüseyin Yayman “ben gitmedim” diyerek gülünç duruma düşmüştü. Sonra Yayman’ın gittiği ortaya çıktı, ama şimdilik AKP seçmeninden bir tepki gelmedi. Hatta gidenler takdir aldı denilebilir. Halk sorunun barışçıl, savaşsız çözümünden yanadır.

Ama bazıları CHP tabanında böyle bir kabul görme anlayışının olmayacağını söyleyerek: “Eğer yanılıp da ‘Hadi biz de İmralı heyetine katılalım, Öcalan’a gidelim’ denilseydi, büyük bir ihtimalle seçmen tabanının depreme uğramış gibi sarsıldığını ve önemli bir bölümünün altından kayıp gittiğini görecekti” diye belirtmektedirler. Zira bunlar CHP’de çok etkin bir Kemalist ulusalcı damar bulunduğunu ve bunların Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları konusunda büyük bir “hassasiyet” gösterdiklerini vurgulamaktadırlar. Bu kesimin ise başından beri sürece önyargılı davrandığı belirtilmektedir. Oysa bunlar bu “hassasiyetin” günümüzde bölgedeki gelişmeler karşısında vatana zarar vermeye başladığına hâlâ gözlerini kapatmaktadırlar.

Ortadoğu’daki gelişmeleri sıradan sayan bir aydın kesimi

Bunlardan bazısı da Ortadoğu’daki gelişmlere değinerek sürecin bu gelişmelerle ilişkisi yokmuş gibi davranabilmektedir: “Emperyal sistemin Suriye’den başlayarak Filistin’den İran’a kadar Ortadoğu’yu yeniden tasarladığı süreçte, iktidar kendisine yer açmak için Öcalan kartını masaya koyuyor…  İmralı’dan başlayan yol emperyal Ortadoğu planlarına, masada başlayan hikâye yeni anayasalı iktidar hesaplarına uzanıyor.” Ortadoğu’daki gelişmeleri böylesine hafife alan, kendine yer açmaya çalışan iktidara, anayasa hesaplarına bağlayan dünyada yalnız Türk aydınlarıdır denebilir. Yine bir diğeri de “AKP-MHP-DEM üçlüsünün Apo’nun ayağına gidip kabul edilmesinin ardında yatan oyun… kurulan tezgâh, karşımızda apaçık… Bu üçlü, yakın bir zamanda Anayasayı kendi istemleri doğrultusunda değiştirmeye kalkışacak” diyebilmektedir. Türkiye’nin demokratik bir anayasaya ihtiyacı olduğu ve bu anayasanın ancak Kürtlerle birlikte yapılabileceği gerçeğini ise bunlar göz ardı etmektedirler. Kaldı ki, Kürtler, DEM Parti Kürt sorununun çözümünün ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin CHP’siz “olmayacağını” sık sık vurgulamaktadır.

Yine bir diğeri açıkça düne kadar tersi söylenen bu gelişmeleri anlamadığını itiraf ederek soruyor: 

“Peki sizce bu süreç niye başladı?Bilemiyorum. Düşünüyorum, şu sorulara mantıklı cevap bulamıyorum: Devlet, terörü bitirdiğini ilan etmişken neden terör örgütü liderinin kapısını çalar? Terör örgütü neredeyse çökertilmişken, neden hapisteki PKK elebaşı muhatap alınır? Peki bu süreç, PKK/KCK’nın güçlenmesine yol açmayacak mı?” Bunlar özellikle düne kadar Öcalan ve PKK’yı düşman gören Bahçeli’nin şimdi Öcalan’ı PKK’nın “Kurucu Önderi” diye tanımlayıp bu süreçte başı çekmesine bir anlam veremediklerini açıklamaktadırlar. İşte Türkiye’de anlaşılmayan veya anlaşılması istenmeyen soru tam da bu soru. Neden devlet böyle bir süreci başlatmak zorunda kaldı? O zaman biz de soralım!

Devlet Kürt sorununda neden bir süreç başlatmak zorunda kaldı?

Geçen yıl 1 Ekim 2024 Meclis açılışında MHP lideri Bahçeli DEM Parti sıralarına giderek onlarla tokalaştı, iç çephenin öneminden bahsetti ve daha sonra grup toplantısında “Öcalan ‘terörü’ bitirecekse gelsin, Meclis’te DEM Parti grubunda bunu açıklasın!” dedi. Herkes Bahçeli’nin bu çıkışını anlayamadı. O zaman Esad daha Şam’da “güçlü” liderdi. Yalnız İsrail’in Gazze ve Lübnan’da, özellikle Gazze’de insanlık dışı barbarlığa varan saldırıları vardı. Ama İsrail’in gözü İran’daydı. İran’ın Suriye’de Esad’a, Lübnan’da Hizbullah’a, Gazze’de Hamas’a silah ve maddi yardımlarını kesmesini, Esad’ın, Hizbullah’ın ve Hamas’ın ortadan kaldırılmasını, İran’ın da elinin kolunun budanmasını planlıyordu. İsrail Hamas ve Hizbullah’ın liderlerini bir bir temizlerken dünya bu işin nerede biteceğini tahmin edemiyordu.

İşte İsrail saldırılarını arttırdığı bir dönemde İdlib’den Colani (Al-Şara) adlı El Kaideci HTŞ lideri çıkıp Halep üzerine yürüdü, ciddi bir direnişle karşılaşmadan Halep’i aldı. Bir hafta sonra 8 Aralık 2024’de Şam’ı alarak Esad’ı devirdi. Bir gecede İranlılar Suriye’yi terketti, Ruslar Suriye’deki üslerine çekildiler, İsrail Suriye’nin tüm askeri karargahlarını, hava kuvvetlerini, mali ve tapu binalarını bombaladı. İsrail’in İran’ı bombalaması için bir engel kalmamıştı. İsrail de İran’ı bombalamaya başlamıştı. Artık Ortadoğu’da ABD ve Avrupa’nın desteklerinde güçlü bir İsrail devleti ortaya çıkmıştı. Güçler dengesi değişmişti, Türkiye’nin güneyinde bir koridor gibi Afrin’den İran sınırına kadar uzanan bölgede yaşayan Kürtler “birden” hem İsrail hem ABD için önemli bir konuma geldiler.

Türkiye Ortadoğu’da ve Suriye’deki değişimin içinde ve bir parçası

Türkiye başından beri Ortadoğu’daki, özellikle Suriye’deki gelişme ve değişimin içindeydi. Dünyada ne kadar İŞİD’çi, El-Kaideci Cihadist çete varsa binlercesini 2010’lu yılın başında topladı, Türkiye üzerinden Suriye’ye soktu. 2011’de Esad’a karşı savaş başladı. Ama Erdoğan Cihatçıları önce Kürtlerin üstüne sürmeye kalktı. ABD olmaz dedi. ABD ile arası açıldı. Ruslarla arasını iyi tutmaya çalıştı. Rusların müsaadesiyle Afrin’e girdi. Daha sonra ilk Trump döneminde Gire Spi ve Sere Kaniye arasına bir cep gibi daldı. YPG/YPJ’nin İŞİD’i yenmesi sonunda İŞİD ve diğer El-Kaidesi çete grupları İdlib’de toplandı. Bunların orada tutulmasını, “muhafaza” edilmesini Türkiye üstlendi. Rusya-İran ve Türkiye’nin katılımıyla Astana toplantıları başladı. Bugün geri dönüp bakıldığında bu toplantıların bir oyalama olduğu ortaya çıkmnaktadır. Türkiye, Rusya ve İran’a bu cihatcı teröristler benim kontrolümde diyerek sürekli güvence verdi. Sık sık sorunlar çıkıyordu, ama Türkiye her şey kontrol altında diyerek onları teselli ediyor, oyalıyordu. Ama kaçınılmaz olarak Rus ve Suriye birlikleri ile Türk birlikleri arasında arasıra çatışmalar bile yaşanıyordu. Her seferinde Türkiye’nin yumuşak davranmasıyla olaylar yatışıyordu.

Türkiye böyle Rusları, İranlıları, Esad’ı “teselli”,” idare” ederken Amerikalılar, İngilizler ve İsrail Suriye’nin geleceği konusunda planlar hazırlıyorlardı. 2024’ün yaz ve sonbahar aylarında plan ortaya çıkmaya başlarken Türkiye tarafından Kürtlerin Ortadoğu’da kilit bir rol oynayacağı görüldü. Özellikle ABD Kürtlerle İsrail arasında bir ittifak oluşturmaya çalıştığı ortaya çıktı. Böylece İsrail Kürtler üzerinden İran’a ulaşabilecek ve istediği gibi İran’a saldırabilecekti. Bu plan çatıştırılırken Esad daha Şam’da iktidardadır, geleceğinden habersizdir. Ama Türk yetkilileri, derin devlet olayın içinde ve her şeyden haberdardı. Devlet, derin devlet birden ABD emperyalizminin ve İsrail Siyonistlerinin Kürtleri İsrail’le bütünleştirme planına vakıf olunca harekete geçme gereği duydu. Kürtler “elden” gidiyordu. Ne yapılmalıydı? 

Yeni bir süreç başlıyor

Kürtleri ABD ve İsrail’e “kaptırmamanın” tek yolu acilen Öcalan, PKK ve SDG ile anlaşmaktı. Önce Öcalan ile anlaşmak gerekiyordu. Çünkü Öcalan hem PKK hem SDG üzerinde büyük etki sahibiydi, onların “kurucu önderi” idi. Fiilen başkanlarıydı. Onun sözünden çıkmayacaklarını tarih göstermişti. Olaylar gösterdi ki; devlet, yani Erdoğan ve Bahçeli ve derin devlet aynı fikirdeydi. Türkiye’nin elini çabuk tutması, bir çıkış yapması gerekiyordu, ama nasıl? İşte burada derin devlet bu görevi Bahçeli’ye verdi. Bahçeli de 1 Ekim 2024’de DEM grubunu ziyaret etti ve daha sonraki kendi grup toplantılarında Öcalan’ın “umut hakkı”ndan yararlanmasından, özgürlüğüne kavuşmasından bahsetti, “Terörü durduracaksa gelsin Meclis’te konuşsun!” demeye başladı. Süreç işte bu nedenle, Kürtleri kaybetme tehlikesi karşısında Kürtleri kaybetmemek, kazanmak hedefiyle böyle başladı.

Düne kadar Öcalan ve PKK’ya demediğini bırakmayan Bahçeli’deki bu değişikliği maalesef “anlı-şanlı” aydınlarımız anlayamadı veya anlamak istemedi, kafasını kaldırıp “bölgede ne oluyor?” diye bakamadı. “Vatana” karşı kurulmakta olan “komployu” görüp yorumlayamadı. Bunun yerine Erdoğan’ın bu gelişmelerden nasıl çıkar sağlayacağı hesapları yapmaya kalkıştı. Emperyal sistemin Ortadoğu’yu yeniden tasarladığı süreçte, Erdoğan’ın “kendisine yer açmak için Öcalan kartını masaya koyuyor” gibi miyop bir görüş ileri sürebiliyorlardı. Bahçeli ile Erdoğan arasında bu alanda devlet politikası konusunda temel bir fark yoktur. Bahçeli sürecin hızlı yürümesini, “elin” çabuk tutulmasını, seçmen ve oy hesaplarının yapılmamasını dayatırken, Erdoğan seçmen ve oy hesapları yapmakta, iktidarda kalmak için fırsatlar kollamaktadır. Sürecin yürümesi konusunda AKP de, MHP de, CHP de ve tehlikeyi kavrayan diğer partiler de hemfikirdir. Artık şu görülüyor ki, Kürtlerle birlik-dayanışma, kardeşlik kurulamaz, demokrasi geliştirilemezse, Türkiye Ortadoğu’da “cüce” bir devlet olarak kalacaktır.

Emperyalizme ve Siyonizme karşı bir Öcalan ve PKK 

Devlet ve derin devlet bu konuda Öcalan’la görüşmeye gittiğinde, önerilerinin Öcalan tarafından büyük bir memnuniyetle kabul edildiğini tespit etmiş ve hemen harekete geçmiştir. Silahlar susacak, örgüt kendini feshedecek, siyasi alanda demokratik mücadeleye geçecek. Birçok “anlı-şanlı” aydının anlayamadığı Öcalan’ın bu tutumudur. Bunun için Öcalan’ın mücadele tarihine bir bakmak yeterlidir. Öcalan Türk devletinin Kürtlere karşı uyguladığı, inkâr, imha ve asimilasyon politikasına karşı Kürtlerin silahlı mücadeleyi başlatmak zorunda kaldığını, hedeflerinin silahlı mücadele değil, demokratik siyasi mücadele olduğunu kaç kez ilan etmiş, kaç kez ateşkes ilan ettiğini açıklamış, ama her seferinde Türk devleti “elinin tersi” ile bu önerileri reddetmiştir. Şimdi ise devlet kendi gelmiş ve “Suriye’den Türkiye’ye gelmekte olan emperyalist-siyonist bir tehlike var, bunu birlikte göğüsleyelim demiştir”. Öcalan’ın işte “memnuniyetle” kabul ettiği öneri budur. Çünkü emperyalizme ve Siyonizm’e karşı mücadele Öcalan, PKK ve SDG’nin temel amacıdır.

Öcalan Denizlerin, Çayanların, Cemgillerin, Kaypakkayaların yarattığı 68 Hareketinin emperyalizme karşı mücadeleleri içinde yetişmiş, sonra Bekaa Vadisi’nde Siyonistlere karşı durmuş, ABD ve Avrupa Emperyalizmi’nin, İsrail Siyonizmi’nin Ortadoğu’daki oyunlarını bilfiil yaşamış biridir. Asla emperyalizm ve siyonizmle anlaşmayacak olan devrimci bir görüşe sahiptir. Kurduğu ve lideri olduğu örgütler PKK, YPG/YPJ de aynı görüşe sahiptirler. Burada PKK ve SDG liderlerinin zaman zaman bu emperyalist-siyonist kamptan bazı askeri ve sivil uzmanlarla veya komutanlarla görüşmesi bu gerçeği değiştirmez. Bu dünyada herkes herkesle konuşur. Ama ne PKK ne SDG emperyalizm ve Siyonizmi asla Türkiye’ye tercih etmiştir. Onlar hep Türkiye ile birlikte olmak istemişlerdir ve bunun için şu 100 yıllık inkâr ve imha, asimilasyon politikasından vazgeçilmesini, demokratik bir Türkiye’de eşit haklı kardeşçe birlikte yaşamayı istemişlerdir. Türkiye ise onların bu istemini hep reddetmiş; tek devlet, tek millet, tek, dil, tek din diye dayatmıştır. Şimdi Türkiye Öcalan sayesinde bu girdaptan çıkmak için bir fırsat yakalamıştır, bu fırsat seçmen ve oy hesapları gibi küçük çıkarlara heba edilmemelidir. Başlayan sürece geniş bakmak gerekmektedir.

Suriye-Rojova ve devletin “yüz vermediği” Salih Müslim

Bugün Türkiye politikacı ve aydınları SDG, YPG ve PYD’yi ABD emperyalizmiyle işbirliği yapmakla, Türkiye’ye “ihanet” etmekle suçlamaktadırlar. Bu yaklaşım kendisini hep haklı gören Türk sol aydınının büyük bir zaafıdır. Zira Suriye Kürtlerini ABD’nin “kucağına” iten Türkiye’nin ta kendisidir. 2011 yılında Cihadistlerin saldırısıyla Suriye’de iç savaş başladığında Suriye Kürtlerinin siyasi örgütü olan PYD Başkanı Salih Müslim devlet davetiyle Türkiye’ye geldi. Türk devleti Salih Müslüm’den “muhalefetle” birlikte Esad’a karşı savaşmasını ve özerk yönetim kurmamasını ve PKK’ya karşı gelmesini istedi. Ama Suriye Kürtleri Cihadistlerle birlikte Esad’a karşı hareket etmek istemiyorlardı. Onlar hem Cihadistlere hem Esad’a karşıydılar, ikisinden birini tercih etmek istemiyorlardı. Salih Müslim 3-4 kez Türkiye’ye geldi, gitti. Her seferinde bu dayatmaların kabul edilemeyeceğini belirtti, kendilerinin İŞİD kuşatması altında olduğunu, İŞİD ile başbaşa bırakılmaması gerektiğini, Türkiye’nin kendilerine yardım etmesini söyledi. Ama Türkiye Salih Müslim’i reddetti. İŞİD Kobane’yi kuşatmıştı. Erdoğan “Kobane düştü, düşecek” diyerek Kobane’nin düşmesini bekliyordu. İŞİD’in gerçek amacını çözen ABD Kobane’de Kürtlerin yardımına yetişti. Havadan ABD desteği alan Kürtler İŞİD’i püskürttüler ve YPG/YPJ İŞİD’i yenen “kahraman” güç olarak dünya kamuoyunda takdir gördü. O tarihten beri Suriyeli Kürtler, SDG, YPG/YPJ, PYD ABD emperyalizminin ne olduğunu bile bile ABD ile “iyi” ilişkiler kurmaya başladılar. Bu karşılıklı bir çıkar ilişkisiydi. Eğer Türkiye o zaman Salih Müslim’i kazansaydı, İŞİD’e karşı Kobane’yi korusaydı bugün Salih Müslim ve komutan Mazlum Abdi ABD’nin değil Türkiye’nin yanında olurdu. Şimdi kalkıp “Kürtler emperyalizmle işbirliği yapıyor” demeden önce, Türklerin kendi hatalarını görmeleri gerekir. Ama vakit geç değil. Akılı davranılırsa SDG, Mazlum Abdi bugün de kazanılabilir.

Bugün Türkiye için yeni sürecin bir yanı PKK’nın kendini feshetmesi ve silah bırakması ise, diğer yanı da Suriye ve Suriye’deki Kürtlerin, SDG, YPG/YPJ, PYD’nin yeni Suriye’de alacakları tutumdur. Türkiye bu güçlerin silahsızlandırılmasını veya Suriye ordusuna entegre edilmesini istemektedir. Kendi yetiştirdiği El-Şara’ya Suriye teslim edilirken Suriye toplumunu oluşturan Arap ve Kürtler dâhil halklar, mezhepler, azınlıklar barış ve huzur içinde eşit yaşayabilecekleri demokratik bir Suriye isteklerini göz ardı etmektedir. Türkiye Suriye’nin çok halklı yapısını dikkate almadan El Şara’ya bir Suriye Arap Cumhuriyeti’ni dayatmaktadır. SDG Komutanı Abdi El-Şara ile entegrasyon konusunda 10 Mart 2025’de bir anlaşma yaptı. Ama El-Şara cihadistlerinin Alevilere ve Dürzilere sürekli saldırması, katliamlar yapması karşısında Kürtler Suriye’nin birlik ve bütünlüğünü savunurken El-Şara’ya karşı da temkinli davranmak zorunda kalmaktadırlar. Türkiye El-Şara’yı destekleyip Kürtlere dayatmalarda bulunurken yine bir hata yapmaktadır. Suriye Kürtlerini kaçırtmaktadır. Öte yandan yeni süreçte Öcalan’ın Mazlum Abdi’ye baskı yaparak Suriye’de gelişmelerin hızlandırılması beklenmektedir. CHP’nin katılmadığı Meclis Komisyon heyetinin İmralı’da Öcalan ile görüşmesinin ana konusundan birinin Rojova olduğu bildirilmiştir. Öcalan kendisinin bu sorunu çözebileceğini söylediği belirtilmektedir. Bu fırsatların kaçırılmaması yalnız Kürtlerin değil, Türkiye’nin de çıkarınadır.

Öcalan’ın muhataplığı neden kabul edilmek istenmiyor

Türk aydın ve CHP dahil muhalefet güçleri Öcalan’ın muhatap alınmasına, onunla Kürt sorununun müzakere edilmesine, herhangi bir şekilde Öcalan’la konuşulmasına, çözüm üretilmesine karşıdırlar. Bu CHP’nin İmralı heyetine katılmama kararıyla başlayan tartışmalarda bir kez daha ortaya çıktı. Bazıları neden Öcalan’ın “biricik muhatap” alındığını, bir diğeri “neden hapisteki PKK elebaşı muhatap alınır?” diye sormakta, bir diğeri de “meşru olmayan muhatap alınmaz” demekte, bir başkası “Meclis komisyonu tarafından muhatap alınmasını” eleştirmektedir. Bazıları da “Öcalan’ı ‘kurucu önder’s ayıp TBMM’ye muhatap etti” diye Bahçeli’ye kızmaktadır.

Bunlara söylenecek bir söz varsa o da, bunlar kendi egoları için ülkeyi düşünmeyen hayalperestlerdir. Ülkede ve bölgede 41 yıldır bir savaş gidiyor, Ortadoğu’daki son gelişmeler ülkenin güvenliğini tehdit etmektedir. Erdoğan İsrail’in Filistin-Gazze’ye, Lübnan’a, Suriye ve İran’a saldırılarını değerlendirirken İsrail’i kastederek, “Dicle ve Fırat arasındaki vatan topraklarımıza göz koyacaklar. Önünde poz verdikleri her haritayla bunu açık açık söylüyorlar” demesi boşuna değildir. Erdoğan’ın burada sözünü ettiği harita Netanyahu’nun BM toplantısında da gösterdiği Tevrat’da vaadedilmiş Urfa ve Antep’i de kapsayan toprakları içeren Arz-ı Mev’ud haritasıdır. Bu amaca ulaşmanın ilk adımı İsrail’le Kürtlerin ittifakının oluşturulmasıdır. Bu ittifakın şu an gerçekleşmesini engelleyen Öcalan’dır. Öcalan’ın Türkler için bir şans olduğunu yalnız Bahçeli’nin bilmesi yeterli değildir, tüm Türklerin bilmesi, kamuoyuna gerçeklerin açık açık söylenmesi gerekmektedir.

Ayrıca bunu önemsemeyenler şu gerçeği de bilmeleri gerekmektedir: Bir çatışmada, savaşta müzakere taraflar arasında, o tarafların göstereceği müzakerecilerle yapılır. Kürtler, PKK kendi müzakerecilerinin Öcalan olduğunu belirtti. Türk tarafı içinde müzakereci devlettir ve şu anda devletin başı olan Erdoğan’dır. Türklerin Öcalan’ı muhatap almama, kabul etmeme, meşruiyetini tartışma diye bir lüksü yoktur. Öcalan meşruiyetini Kürt halkından almaktadır. Türkler istese de istemese de o Kürt halkının önderidir. Kaldı ki Öcalan tüm yetkilere sahip bir Başmüzakereci olduğunu da verdiği ve uygulattığı kararlarla ispatlamış, yani Türk kamuoyunda da meşruiyet kazanmıştır. PKK’ya “örgütü feshet!” dedi, PKK kendini feshetti, “silahları bırak!” dedi, silahları bırakmaya başladı. Bundan sonra atılacak adımları devlet yine onunla saptayacaktır. Bu adımların saptanmasına Meclis de dahil olmak istedi ve bir komisyon kurdu. Bu komisyonun ilk “muhatabının” Öcalan olması ve Öcalan’la görüşmesi gerekmez miydi? Gerekirdi, ama CHP kendisine biçilen, beklenen rolü oynayamadı. Hem Kürt hem Türk kamuoyu Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin de yeni bir yaklaşım geliştirerek, ileriye dönük davranarak Öcalan’ı muhatap ve meşru kabul ederek süreci geliştirmesini, Kürt-Türk kardeşliğine gereken ivmeyi vermesini, topluma bir eşik atlatmasını bekliyordu. Maalesef CHP bu fırsatı kaçırmış oldu. CHP’nin Erdoğan tarafından kendisine, İmamoğlu başta olmak üzere belediye başkanlarına yapılan saldırılara karşı bir cevabı Öcalan görüşmesi üzerinden vermeye kalkmak ülke ve toplum gerçekliği ile bağdaşmayan bir yaklaşım olmuştur.  

Özgür Özel ve “celladına âşık olmak”

Hatta kamuoyu Meclis Komisyonu’nun böyle bir rol üstlenmesini ilk isteyenin Cumhuriyet’in kurucu partisi olarak CHP’nin olmasını bekliyordu. Çünkü bu kez emperyalizm ve siyonizm, CHP’nin kurucusu olduğu Cumhuriyet’in köklerine saldırmakta ve bunun için Kürtleri Türklerden koparmak ve Türkiye’yi Ortadoğu’da cüce bir devlet olarak bırakmak, İsrail’i Ortadoğu’nun düzenleyici gücü olarak ikame etmek istemektedir. Özel’in bu tehlikeleri kendi tabanına, ulusalcı Kemalistlerine anlatması gerekirken yangının üstüne benzinle gitti. CHP içinde ve dışındaki Kürt, PKK, Öcalan karşıtlarını güçlendirdi. Onlara Kürt sorunu gibi önemli bir sorunda Erdoğan gibi oy hesapları yapılmaz, şimdi yığınlara gerçekleri anlatma zamanı, sürecin başarıya ulaşmasıyla Türkiye bölge ve dünyada daha güçlenecek ve demokratikleşecek diyemedi. Bunu yapsaydı tabanı daha da genişleyecek, seçimi bile kazanma şansı muhakkak daha da artacaktı. Maalesef ülke ve partisi için bir fırsatı kaçırmış oldu.

Özel bununla da kalmadı. CHP’nin 39. Kurultayında süreçle ilgili yaptığı konuşmada direk DEM’i hedef alarak yakışık olmayan saldırılarda bulundu ve şöyle seslenerek, ”Herkesi Stockholm Sendromu’na kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğumuz celladımıza âşık olmamaya davet ediyorum” dedi. Bu açıkça Özel’in DEM’in Erdoğan ile yaptığı görüşmelere de karşı olduğunun ağır bir ifadesiydi. Kürtler, hele DEM’liler “cellatlarını” çok iyi bilirler. Gerekirse “cellatlarla” konuşmasını da bilirler. Kaldı ki, son 41 yılda iktidar olup da Kürtlerin “celladı” olmayan bir parti kaldı mı? Gün “cellat” arama günü değil, barışabilme zamanıdır, bunu başarma zamanıdır. DEM yöneticileri bazı kendine solcu diyen aydınların Kürtlere karşı ulusalcı, saldırgan dillerini ve CHP’nin bazı tutumlarını eleştirdiklerinde, “DEM Parti diline hâkim olmalı” diye çıkışmışlardı, şimdi CHP’ye de böyle bir uyarı gerekmiyor mu?

Erdoğan bugün yürütmenin başındadır. Türk tarafında muhatap Erdoğan’dır. Bir anlaşma yapılacaksa onunla yapılacaktır. Yoksa Kurultayda CHP’nin kabul ettiği Kürt programı bir anlaşma değil bir tartışma metnidir. Şu an görüşmelerin Erdoğan ile yapılmasına kızmak değil, CHP’nin Kürt sorununu tabanına anlatması ve sürecin başarısı için hükümet üzerinde baskı oluşturması gerekmektedir. Unutulmamalı ki, CHP ile Kürtlerin birlikte olmasından daima Türkiye’nin demokratikleşmesi kazanacaktır. “Kentsel uzlaşı” bunun ispatıdır. Bu aşamada kimse müttefiklerini harcama lüksüne sahip değildir.  

Sürece yığınların sahip çıkması için mücadele acildir

Basında Meclis Komisyonu’nun İmralı ziyaretiyle yaşanan ve yukarıda bazı örnekleriyle verilen tartışma bir gerçeği bir kez daha göstermektedir. Bir yıldan fazla bir zamandır süreç üzerinde tartışılmaktadır. Ama süreç hâlâ yığınlara inmiş değildir. İnmesi için de kimse uğraşmıyor. Çünkü süreç sıcak bir patates gibi görülmektedir, kimse dokunmak istemiyor. Dokunan “elim yanacak!” diye korkmaktadır. Yani dokunan, yani süreci açık destekleyen, Öcalan’ın muhatap alınmasını savunan her parti “seçmenim bunu kabul etmez, oy kaybederim” diye korkmaktadır. Herkes düne kadar “katil”, “terörist başı” dediği birine şimdi “muhatabımız” demekten çekinmektedir. Yığınların bunu kabul etmeyeceğinden endişelenmektedir. Bunun için MHP dışında herkes üç maymunu oynamaktadır. Uzun vadeli ülke çıkarları kısa vadeli parti ve iktidar çıkarlarına feda edilmektedir. Ortadoğu’da ülkeyi büyük tehlikeler beklemektedir. Bir an öne Kürt-Türk kardeşliğinin sağlanması gerekmektedir. O zaman ne yapmalı?

Görülen o ki, ne AKP, ne CHP ne de başka bir parti yığınlara sürecin nedenlerini anlatmayacaklardır. Tersine basın yayın yoluyla Kürt, PKK, Öcalan husumeti sürdürülecektir. Bu koşullarda yığınlara süreci ve Kürt sorununu anlatma yükümlülüğü yine sol ve demokratik güçlerin, devrimcilerin, sosyalist ve komünistlerin omuzlarında olacaktır. Küçük de olsa herkes kendi çevresinde, işçi, kadın, gençlik, çevreci grubunda veya buluşmalarında süreç konusunu gündeme getirmeli ve tartışmalıdır. Ortadoğu’dan gelen tehlike anlatılmalıdır. Güçlü bir Türkiye ancak Kürt-Türk birlikteliğiyle mümkündür. Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi, barış Türk ve Kürt analarının, gençlerinin buluşup birbirlerini tanımaları, anlamaları ve sevmeleriyle sağlanacaktır. Bu başarıldıkça Türkiye güçlenecektir. Türkiye’nin demokratikleştirilmesiyle Kürt sorununda ulaşılacak bir çözüm birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bunları birbirinin karşısına koymak, önce demokratikleşme, sonra Kürt sorunun çözümü veya önce Kürt sorununun çözümü, sonra demokratikleşme gibi düz mantıksal yaklaşımlar yanlıştır. Bunlar arasındaki bağ diyalektiktir. Kürt sorunu çözülürken kayyımlar kalkacak, Türkiye demokratikleşecektir, Türkiye demokratikleşirken ve kayyımlar kalkarken Kürt sorunu da çözülecektir. Yeter ki her iki durumda yığınlar ayağa kaldırılabilsin ve hem demokrasiye hem sürece sahip çıkabilsin. CHP’nin şimdiki mitingleri bunun için yeterli değildir.

Daha geniş, daha büyük yığın kalkışmasına ihtiyaç vardır.

Başarılacak olan budur!

Bir yanıt yazın