Haber / Yorum / Bildiri

İkizdere direnişi: Çıkarılacak dersler ve hatırlattıkları!

Alpay MUTLU

İkizdere İşkencedere vadisi: Yeryüzünde bir cennet

Rize. İkizdere. İşkencedere vadisi. Eşsizliği, güzelliği, yeşili, suyu, ormanı, bitki örtüsü, hayvan ve ağaç türleri, doğa yapısı ile bulunmayan, dünyadaki ender vadilerden biri. Dünyada UNESCO tarafından korunan 254 vadi arasında 53. sırada yer alan, insanı büyüleyen bir cennet parçası. Hakiki bir cennet! Belki cennetten de güzel bir cennet.

Kuran’da tarif edilen cennet dört ırmaklı bir yerdir: Bu ırmaklardan birinde bozulmayan temiz su akar, diğerinde tadı değişmeyen süt akar, üçüncüsünde içenlere lezzet veren şarap akar, dördüncüsünde süzme bal akar. Özünde bu cennet çöl Arabının rüyasıdır. Ama yine de cennettir. İşte bu cennetten daha zengini İkizdere İşkecedere vadisidir. Dere yatağında güldür güldür akan berrak bir su, vadinin iki yamacında yükselen kestane, gürgen, ladin, köknar ağaçları ve diplerinde arı kovanları. Bu kovanlardan çıkan dünyanın en çok aranan balı, kestane balı “yalnız” İşkencedere vadisinde var. Yaylalarda dolaşan hayvanlardan elde edilen tadı değişmeyen süt İkizdere’de var. Rize’de, İkizdere’de yetişen meşhur kokulu kara üzümden ister şarap yap su gibi akıt, ister “pepeçura” (üzüm muhallebisi) yap, kase kase sun, dağıt! Buna ek cennette bulunmayan organik çay! Topla, ister kaynat tavşankanı gibi iç, ister tüm dünyaya ihraç et. Cennette bulunmayan cevizinden kivisine, endemik bir tür olan kırmızı pullu alabalıktan çatal boynuzlu geyiklere kadar her türlü meyve ve bitki örtüsü, hayvan türü ihtiva eden İkizdere muhteşem doğa yapısıyla insanlara huzur ve ferahlık veren Doğu Karadeniz’de bir toprak parçası, bir inci!  İnsan bakmaya doyamıyor, bir yaprak koparmaya kıyamıyor. Sanki insanlara haykırıyor: “Cennet gökyüzünde değil, yeryüzünde, İkizdere’de, burada İşkencedere vadisinde” diyor.

İşkencedere’ye işkence ediliyor, tahrip ediliyor

İşte böyledir İşkencedere vadisi. Esas ismi Eskencider olan şimdi İşkencedere denen vadi kimseye tek bir işkence yapmış değil. Tam tersine cennet olmuş, herkesi büyülemüş, bağrına basmış. Ama şimdi İşkencedere’ye işkence ediliyor. Bu güzelim toprak parçası, bu cennet yok ediliyor, imha ediliyor katlediliyor. Kim katlediyor? Bu canavarlığı kim yapıyor? Niçin katlediliyor? Nasıl katlediliyor? Bu katliam karşısında insanlar ne yapıyor?

İşkencedere cennetini katleden belli: Sarayda oturan Recep Tayip Erdoğan ve onun beşli inşaat çetesinden biri olan, “milletin anasını belleyeceğim” diye küfreden Cengiz Holding’in Başkanı Mehmet Cengiz. Bu Cengiz şimdi de “İşkencedere’nin anasını belleyeceğim” diyor. Bu güzelim vadide, bu vadinin sonu getirecek olan “bir” taş ocağı işletmesi için kolları sıvamış durumda. Rize’de yapacağı lojistik liman için ancak bu ocaktan taşların Karadeniz’in suyuna dayanıklı olduğunu, bilinmeyen bilim adamlarının analizleriyle açıklıyor. Yalanın haddi hesabı yok. Şahidi de Ulaştırma ve Altyapı Bakanı. Gerçek neden ise vurgun! İşkencedere vadisinde açılacak ocaktan taşları limana taşımak diğer uzaktaki taş ocaklarından taşımaktan daha ucuz. İşin ucunda milyonlar oynuyor. Marx ne diyordu? Kapital %300 kâr için kendi öleceğini bile bile bu cinayeti işler! Bu cinayette Cengiz daha ölmüyor, yalnız insanların cennetini cehenneme çeviriyor. Bu da onun için söz konusu etmeye bile değmez. Cennet cehennem olmuş, bu ufak tefek bir şeydir. Bir dağ, bir vadi kaybolmuş, lafı mı olur? Bunlar onlar için üzerinde konuşulacak bir konu bile değildir.

Cengiz de Tayyip gibi Rizeli. Rize’nin Kalkandere ilçesinden. İnsan memleketine, yöresine, yurduna böyle bir ihanet işler mi? Bir cenneti cehennem yapar mı? Yapar, zira kapitalistin anası da, yurdu da, vatanı da paradır. Hem Erdoğan’ın hem Cengiz’in anası da, vatanı da paradır. Onların kader ortaklığı paradır, anasını belledikleri milletin vergilerinden oluşan devletin hazinesidir. Erdoğan ihaleleri Cengiz’e veriyor. Hazine Cengiz’e parayı ödüyor. Cengiz Erdoğan’ın payını ayırıyor, “havuza” para atıyor. Liman ihalesini Cengiz 1 milyar 719 milyona “kazanmış”. Liman çok ucuza maledecek ki, en az yarısı cebe insin, o da bölüşülecek tabii. Taşlar uzaktan gelirse kâr azalacak. Olur mu öyle şey. Kâr için bir cennet, halkın bir yaşam alanı kaybolmuş, ne olacak? Onlar başka yere taşınsınlar, açacağım taş ocağını İşkencedere’de diyor Cengiz.

Başta kadınlar köylüler direniyor

Cengiz’in arkası güçlü! Arkasında Tayyip; kocaman devlet, polis ve jandarma. Sürdüler iş makinalarını, kepçe ve buldozerleri güzelim vadiye, cennete. Önce taşı taşıyacak kamyonlara yol açmak için yardılar vadiyi, kökünden söküp attılar güzelim kestane ağaçlarını. Attılar taşı toprağı, hafriyatı, ağaçları dereye. Suyu akmaz oldu derenin, akan yeri de bulanık, çamurlu akar oldu. Dinamitler patlatılacak, kayalar parçalanacak. Etrafı toz duman saracak. Ağaçlar, bitkiler, arılar, hayvanlar ölecek, hayat bitecek. Vadide yaşayan Gürdere ve Cevizlik köylülerinin evleri sarsılacak. Vadide inşaat makinalarını gören halk evinden fırladı, vadisine doldu. “Vadimi yok ettirmem, o benim hayatım, ben oradan yaşıyorum, vadim biterse, ben de biterim, ölürüm” dedi. İş makinalarının önüne dikildi, etten canlı siper ördü. “Geçit yok” dedi. “Benim derem, benim suyum, benim kestanem, benim balım, benim yamacım, benim çayım, benim dağım, benim yaylam, ben onlarsız varolamam, bunları benim elimden alamazsınız” dedi.

Cengiz güçlü, arkasında Tayyip, devlet. Dikildi polis, jandarma, sıra sıra, halkın karşısına. Yaşlısı genci, kadınlar en başta, ellerinde orakları, çapaları, bastonları. Karşısında Tayyip, devlet: Polis, jandarma, ellerinde silah, dipçik, bellerinde biber gazı bombası. İlk defa görüyordu, İşkencedereli köylüler devletin gücünü karşılarında. Dik durdular, geri adım atmayız dediler. Tayyip ve Cengiz ise kararlıydı. Taş ocağı mutlak işletilecekti. Köylülerin direnişi ezilecekti. Gerekirse kuvvet, şiddet kullanılacaktı. Ve kullanıldı. Emir verildi, üstlerine biber gazı atıldı. Yedi biber gazını köylü, nefes alamadı, düştü yere, ama kalktı, terketmedi toprağını. En başta kadınlar, “ölürüz, gitmeyiz” dediler.  Polis ve jandarma zorla iş makinalarının önünü açtı, çalışmalarını sağladı. Kadınlar, köylüler vadinin girişine direniş çadırı kurdular. 21 Nisan 2021’den beri direniyorlar. Jandarma pandemi ve kapanma kurallarını çiğnedikleri için kadınlara para cezası kestiler, kadınlar aldırmadı. Şimdi onlar Türkiye’den, dünyadan dayanışma bekliyorlar. Güçleri birliktelikleri ve dayanışmadır.

Bakan: “Direnenler `marjinal` gruptur, provakatör ve teröristir “

Köylülerin bu kararlı direnişi karşısında devlet, AKP psikolojik saldırıya geçti. Direnişi aşağılamaya, itibarsızlaştırmaya, kriminalize etmeye kalkıştı. Bakan Karaismailoğlu bir televizyon programında ve Ankara’da yaptığı açıklamalarda direnişi sürdürenler için “onlar marjinal, devlet düşmanı, terörist bir gruptur, halk direnişe katılmıyor, direnişi yapanlar dışardan gelenlerdir” diye yalanı bastı. İkizdereli kadınlar “biz buranın doğma büyüme yerlisiyiz, marjinal değiliz” diye yanıt verdiler ve “marjınal de kimmiş, gelsin bakan buraya, görsün!” dediler.

Bir gün Bakan Karaismailoğlu çıktı geldi. Önce Rize’de toplantılar yaptı, halkın seçmediği 7 temsilciyle görüştü, “marjinal” kadınlar buna çok kızdılar. Biz temsilci seçip göndermedik dediler. Bakan liman projesini kastederek “devlet böyle bir yatırım yapacak, iki sene dolmadan çekip gideceğiz” diyerek taş ocağını işletmekten vazgeçmeyeceklerini söyleyince “marjinal” kalabalıktan, halktan büyük bir tepki geldi. Söylediklerine “çocuklar bile inanmaz”, “biz taş ocağı istemiyoruz, biz burada özgür yaşamak istiyoruz”, diye Bakanı protesto ettiler. Kendisi de Rizeli olan Karaismailoğlu gördüğü tepkiler karşısında halkı dinlemeden arabasına binip gitti. 3 dakika bile halkın karşısında duramadı. Halkta arkasından “kaçıyor, kaçıyor”, “dinlemiyor”, “yazıklar olsun”, “yaşasın onurlu direnişimiz”, “direne direne kazanacağız”, “dereler özgürdür, özgür akacak” diye sloganlar attı. 

Sonra gazetecilere açıklamada bulunan Bakan Karaismailoğlu, taş ocağına karşı bölgenin doğal dokusuna büyük zarar verecek diye eylem yapanları ‘burayı kaşımaya çalışanlar’ diye nitelendirip “Maalesef dışarıdan gelip burayı kaşımaya çalışan arkadaşlarımıza, dışarıdan gelenlere karşı tavrımız da” başka olacaktır diye tehditler savurdu. Kimdi bu dışarıdan gelen arkadaşlar? HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni. Kendisi aslen İkizdereli. İzmir’den kalktı geldi. O gelmesin de kim gelsin? Bir diğer gelen CHP Milletvekili Mehmet Bekaroğlu. Ankara’dan geldi. Kendisi aslen Rizeli. O gelmesin de kim gelsin? Avukat Yakup Okumuşoğlu. Kendisi Rize Hemşinli. Direnişi duyunca halkının yanında olmak, ona hukuk konularında yardımcı olmak için Zonguldak’taki bürosunu bırakıp, koşup İkizdere’ye geldi. Gece gündüz halkının yanında. Ve daha niceleri…

Bakan İsmailoğlu’na göre İşkencedere’yi “kaşımaya çalışanlar” bunlar. “Marjinal, provakatör, terörist” olan bunlar. Yani Çepniler, Bekaroğluları, Okumuşoğluları gibi Karadenizliler. “İt ürür, kervan yürür.” Karaismailoğlu gibi Karadenizliler söylene dursun, güzelim Karadeniz bölgesini cehenneme çevire dursun. Yurdunu, bölgesini seven, savunan, yaşam mücadelesinde halkının yanında duran başka Karadenizliler de var. Zafer onların, direnenlerin olacaktır. Daha şimdiden kaybedenler ise Tayyip, Karaismailoğlu gibi Karadenizlileridir…  

İkizdere’den çıkarılacak dersler:

Bir direniş bir parti okulu derslerinden bin kat daha öğreticidir

İşçi ve emekçiler için bir eylemin, bir direnişin, bir yürüyüşün, bir grevin bir düzine programdan, konferanstan ve nutuktan daha önemli ve öğretici olduğuna dair Marks, Engels ve Lenin’in birçok yazıları vardır. Marks Gotha Programı’nın eleştirisiyle ilgili olarak Bracke’ye yazdığı mektupta, ilkesizliklerle dolu kötü bir proram yapacağınıza hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalar yapın, teorik ödün vermeyin, gerçek harekette her adım, her ilerleme bir düzine programdan daha iyidir der. Lenin de “Ne Yapmalı” eserinde Marks’ın bu sözünü çarpıtmaya kalkan oportünistlere karşı mücadelede, “pek çok insan, çok az bir teorik eğitimle, hatta hiç eğitilmeden hareketin pratik önemi ve pratik başarıları nedeniyle harekete katılırlar” der. Yığınlar kendi güncel çıkarları için harekete geçerler, bu hareket içinde sömürünün, baskının, sınıfın, dost ve düşmanın kim olduğunu öğrenirler. Mücadelede önemli olan eylem ve eylem birliğidir. İlkesiz çürük program yapmaya kalkmak değildir.

Burada önemli olan ilkelerde, teoride pazarlık yapmak değil, işçi ve emekçilerin eyleme katılmaları, eylem içinde bilinçlenmeleri, kendi davalarına sahip çıkmaları, kendi dolaysız çıkarları için mücadele etmeleridir. Sıradan işçiler ve köylüler için katıldıkları bir grev, patrona ve devlete karşı giriştikleri bir direniş, polis ve jandarmayla yaptıkları bir çatışma bir parti veya sendika okulunda, seminerinde alacakları bir yıllık eğitimden, dersten, dinleyecekleri bir dizi konferanstan çok daha öğreticidir. Bu direnişlerde işçi ve köylü somut olarak patronun, devletin gerçek yüzünü görürler, sömürü ve baskının, talan ve yağmanın, sınıfsal konum ve karşıtlığın ne demek olduğunu anlamaya başlarlar.

İkizdere’de yaşananlar da tam budur. Burası halkın %95’inin, oyunu AKP’ye, Cumhur İttifakına veren bir bölgedir. Sakinleri daha çok tarım ve hayvancılıktan geçinen köylülerdir. Kendi başlarına cennet gibi bir yerde, huzur içinde yaşayıp gidiyorlardı. Ne devletle, ne hükümetle, ne polisle, ne jandarmayla bir işleri, ilişkileri vardı. Herkes, ama özellikle de kadınlar toprağına, vadisine, doğasına hayran, âşık. Bir gün devlet çıkageldi, zebani gibi karşılarına dikildi, devlet olarak sizin topraklarınızı kamulaştırdık, burada taş ocağı işletilecek dedi. Köylüler, en başta kadınlar kendilerine sorulmadan alınan bu karara, bu keyfilik ve küstahlık karşısında deli oldular. “Olmaz, bu topraklar, bu vadi bizim hayatımız, bizim gidecek başka yerimiz yok, vadimize, toprağımıza dokundurtmayız!” deyip devlete baş kaldırdılar. Devletin gücü, polis ve jandarmayla karşı karşıya kaldılar, dipçik ve biber gazı yediler. Gazı yiyenlerden biri olan Pervin Baş, “Biz o kadar biber gazı yedik, onların yanına mı kalacak”, “geri adım atmayacağız, direneceğiz” diye devlete kafa tutmaya başladı.

İkizdereliler devletin, oy verdikleri Tayyip’in kendi yanlarında değil, taş ocağı işletmecisi Cengiz’in yanında olduğunu gördüler. Devletin ceberrut baskıcı yüzü ortaya çıkmıştı. Dost kim, düşmanın kim olduğunu yaşayarak görüyorlardı. Yanlarına ilk gelen şimdiye kadar hep ters ters baktıkları HDP Milletvekili Çepni, CHP Millevekili Bekaroğlu, sol ve demokratik güçler oldu. Bu güçler aralarındaki fikir ve görüş ayrılıklarına, program ve parti belgelerine bakmadan halkın yanında yer aldılar. AKP ve MHP milletvekillerinden kimse gelmedi. Dost ve düşman kara günde, zor günde belli olurmuş. İkizdere halkı mücadelesinde dost ve düşmanı seçmeye başlıyordu. Bu direnişte neyin ne olduğunu ne kadar öğrendiklerini gösteren en önemli belirti ise kadınların söyledikleri türküler ve nağmelerdi.

Kadınların nağmeleri Erdoğan’ı vuruyor – Zafer direnenindir! diyorlar

Direnişte en önde duran, jandarmanın karşısına bir ilah gibi dikilen kadınlardı. Kadınlar devlete ve Tayyip’e öfkelerini, kızgınlıklarını söyledikleri türküler ve nağmelerle dile getirdiler. Bu nağmelerin birinde İkizdereli bir kadın Recep Tayyıp Erdoğan’a şu sözlerle sitem etmektedir:

“Eskecider’de feryatlar dize çıkayı dize,

Yazıklar olsun sana, sahip çıkmadın bize.

HDP’nin vekilu geldi İkizdere’ye

Hani senin vekiller nereyedur nereye?

İki Türkü ediyem Tayyip Erdoğan sana

Hani senin vekiller hep girsinler toprağa

Sarayında yaşayusun, sen sarayında kal

Ormanımızı aldın, evlerimizi de al.

Beşikteki çocuğun acep nasıl duruyi

Yukarı Eskecider’den geleyi köyümüzün suyu.

Hani senin Vekiller nereyedur nereye?

Nasıl sattın bizi bir Kalkandereliye? (Kalkandereli’den kastedilen Mehmet Cengiz)

Çıktım sırtın üstünden, gördüm büyük dereyi

Recep Tayyip Erdoğan kaybettin Etvoneyi

Hep birlik duracağız Ormanların yanına

Hakkımızı yiyenin ateş insin karnına!”

Bu nağmelerden sonra İkizdereli kadın, “diren İkizderem! Malına, ormanına, derene, balığına, arına, pipiğine sahip çık! Bizim başka ülkemiz yok. Tek bir memleketimiz var, o da İkizdere! Yarın geç olabilir, birlik olalım. Zafer direnenindir!” diye seslenmektedir.

Bu nağmeler halkın birçok gerçeği, dostu, düşmanı görmeye başladığını götermektedir. Bir feryattır, bir baş kaldırıdır, bir direnme azminin, Erdoğan’dan bir kopuşun ifadesidir. Zaferin direnerek kazanılacağının bilince çıkmaya başlamasıdır. Erdoğan’a sitem var, onunla hesaplaşma var. Ama bunlar daha ham, dövülmesi gerekmektedir. Bu da hem Karadenizli, hem Türkiyeli devrimcilerin, solcuların, komünistlerin önünde duran görevdir.

Mücadelenin başını kadınlar çekiyor

İkizdere direnişi, hak arama ve demokrasi mücadelesinde gücünü üretimden alan toprağın kadınlarının direnişe aktif bir şekilde katılmasının mücadelenin tutarlılık ve başarıyla sürdürülmesindeki önemini bir kez daha gösterdi. Dünyanın her tarafında kadınlar eşitlik, özgürlük, doğayı koruma mücadelesinde en önde aktif savaşmaktadırlar. Ama Türkiye gibi demokrasi, hukuk, hak ve adalet, kalkınma ve toplumsal ilerleme sorunlarını çözememiş, anaerkil yapıların hâlâ etkin olduğu ülkelerde kadınların en önde mücadeleye katılması ayrı bir anlam kazanmaktadır. Kadınların katılımıyla mücadele edilen konunun vahameti tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Bu mücadelelerde genellikle söz konusu olan topraktır, yurttur, evdir, yuvadır, dildir, kültürdür, yaşamdır. Biz bunları Kürdistan’da Kürt kadınlarının mücadelesinde gördük. Onlar Türk devletinin baskı ve zulmüne, asimilasyonuna karşı hem gerillada, hem politikada en önde savaşıyorlar.

Şimdi de hak arama mücadelesinde kadınların önemini Karadeniz İkizdere’de Laz kadınların mücadeleye katılışında görüyoruz. Kadınlar topraklarını, yurtlarını, evlerini, yaşam alanlarını savunuyorlar. Onların kaybedecek toprakları var, topraklarını kaybetmek istemiyorlar. Devlet ise keyfi, ceberrut bir şekilde, ona başka bir yaşam alanı sağlamadan, halkın toprağını alıyor, onu bir kuş gibi “özgür” yapıyor, nereye gidersen git, nereye uçarsan uç diyor. Bu kuş misali özgürlükten en çok mağdur olanlar kadınlardır. Yuva yıkılıyor, düzen bozuluyor, bilinmeyen ufuklara göç başlıyor. Gelmekte olan yıkım ve sefaleti en yakıcı şekilde iliklerine kadar duyan, yuvanın direği olan analar ve kadınlardır. Bu yıkımı engelleme yolunun direnmek olduğunu en çok hisseden yine analar ve kadınlar oluyor. Kadınlar bunun için en başta direniyorlar. Devlete geri adım attırmazsa yuvasının yok olacağını biliyor. Devletle mücadele şart diyor.

Devletle mücadelede devletin antidemokratik, ceberut, baskıcı, vurguncu sınıfsal karakteri ortaya çıkıyor. Düne kadar ana, kadın kutsaldır, dokunulmazlığı vardır diyen devlet, kendine baş kaldırınca ananın, kadının kutsallığını bir anda hiçe sayıp üzerine biber gazını yağdırıyor, göğsüne dipçiği indiriyor. Ama kadınlar yılmıyor, direniyor. Onların direnişi toplumun vicdanında yer ediyor. Mücadelenin haklılığını ortaya koyuyor. Kadınlar, analar da meydana çıktıysa toplum burada devletin bir hatası vardır diyebiliyor. Toplumdaki anaların, kadınların bu yeri Erdoğan’a karşı demokrasi mücadelesi için de çok önemlidir. İkizdereli kadınların toprak mücadelesi demokrasi mücadelesinin dolaysız bir parçasıdır. Zira burada halk Erdoğan’ın antidemokratik keyfi uygulamalarıyla karşı karşıyadır. Bu mücadeleyi ülke çapındaki demokrasi mücadelesine entegre etmek sol ve demokratik güçlerin görevidir. Bu görev İkizderelilerin mücadelesiyle dayanışmadan geçmektedir.

Gerekli olan fiili dayanışma, İkizderelilerin yanında olmaktır

Başta kadınlar olmak üzere İkizdereliler devlete, Tayyip’e, onun beşli çetesinden Cegiz’e karşı “dişe diş, göze göz” bir mücadele verirken Türkiye’den maalesef güçlü bir dayanışma sesi, dayanışma hareketi yükselmedi. HDP bile bir milletvekili göndermekle yetindi. CHP de Bekaroğlu ve yanına verilen bir milletvekili ile yetindi. Herkes zevahiri kurtarmaya kalktı. Mecliste basın toplantıları yaptılar, nutuklar attılar. Protesto bildirileri çıkarttılar, Sezen Aksu’dan Tarkan’a kadar birçok sanatçı dayanışma twittleri attılar. Bunlar güzel şeyler, olması gereken şeyler. Ama yeterli değildir. Dostlar alış-verişte görsün eylemleridir. Yapılması gereken fiili dayanışmadır, halkın yanında yer almaktır, İkizdere’ye seferber olmaktır.

Maalesef fiili dayanışma olamıyor. Nedeni de hazır! Pandemi var, kapanma var, HES engeli var. Aradıktan sonra gerekçe bulmak kolay. Ama bu tutum anlaşılır değildir. Burada sorun Erdoğan’ı yenecek miyiz, yenmeyecek miyiz sorunudur. Sandık Erdoğan’ı yenmek için yeterli bir yol değildir. Erdoğan’ı yenmekteki zorunlu yol sokaktır, meydandır, yığın hareketleridir. Sandıkla meydanlar buluşmazsa Erdoğan yenilmez. Maalesef bu hâlâ anlaşılmış değildir. Yığınların meydanlardaki eylemlerine gerekli ve yeterli önem verilmemektedir. Bu diğer direnişlerde görüldüğü gibi İkizdere direnişinde de görülmektedir. Yanan “çoban ateşleri ah bir birleşse” demekle çoban ateşleri birleşmez. Bunları birleştirmenin ilk adımlarından biri meclis içi ve dışından yükselecek olan fiili dayanışmalardır. Maalesef çeşitli nedenlerle bu gerçekleştirilemiyor.

“Oh olsun” denmemeli, dayanışma yükseltilmelidir

Kürtler kadın ve gençleriyle asimilasyona karşı ulusal ve demokratik hakları için meydanlara çıktıklarında onlarla dayanışma yapmakta Türk kesimi imtina etmektedir. Nedeni “bölücülük”, “terör” gibi dipsiz, Erdoğan’ın gerekçeleridir. İkizdereli kadınların direnişiyle dayanışmadan imtina etmenin nedeni ise “oh olsun” anlayışıdır. Bunlara göre İkizderelilerin %95’i AKP veya Cumhur İttifakı’na oy vermişlerdir. Türklerin, özellikle elit kesimlerin bir kısmı “oh olsun, siz vermediniz mi oyunuzu AKP’ye, işte oyunuzun karşılığını görün, yaşam alanlarınızı mahvedince besıyorsunuz yaygarayı, kimbilir, belki yine Tayyip’i seçersiniz” demektedirler. Bu halka üsten bakan eliter yaklaşım demokrasi mücadelesine karşı, Tayyip’e zımmen destek veren bir tutumdur.

Şüphesiz vadilerini cehenneme çevirdiği için Tayyip’e karşı çıkan, onun biber gazını yiyen özellikle İkizdereli kadınların birer devrimci, bilinçli antitayyipçi olduklarını, Tayyip’e bir daha oy vermeyeceklerini söylemek bilim dışı, antimarksist bir tavır olur. Ama İkizdere’de yaşanan nedir? İkizdere’de yaşanan başta İkizdereli kadınların Tayyip’e, devlete karşı çıkmış, ona bir mesafe koymuş, onların gerçek, çıkarcı, halk düşmanı yüzlerini görmeye başlamış olmalarıdır. Eğer tam da şimdi İkizdereliler yalnız bırakılmaz, tüm Türkiye’den onların direnişleriyle dayanışma örgütlenirse, HDP’den CHP’ye, Barolardan kadın ve gençlik örgütlerine, demokratik toplum kuruluşları ve çevre örgütlerinden sendikalara kadar bir dayanışma seferberliği düzenlenirse, İkizderelilerle ortak çalışılır ve mücadele edilirse, onların da bilinçlenme süreci gelişecek, Tayyip ile mesafeleri derinleşecek ve bir gün kopacaktır. Bu İkizderelilerle birlikte katedilecek zor bir yoldur. Bu yolun sonu Erdoğan’ın yenilgisidir. Bakan Karaismailoğlu bunu bildiği için “dışarıdan gelip burayı kaşımaya çalışanlara karşı tavrımız başka olacaktır” derken kastettiği Türkiye’nin dört bir tarafından gelecek bu dayanışma seferberliğidir. Onların da bizim de Fatsa Terzi Fikri deneyi vardır. Fatsa’da halkı belediye çalışma ve kararlarına halk meclisleri kurarak katan ve Türkiye’nin dört bir yanından destek alan Fikri’nin üstüne 12 Eylül öncesi koca bir askeri tabur gönderdiler. Şimdi İkizdere’de buları yaptırtmamak, İkizdere’yi yaşatmak bizlerin ellerindedir. Bu da örgütlenecek güçlü bir dayanışmayla, İkizdere’yi sürekli “kaşımakla” mümkündür.

Eğer bu zor yolda gidilmez, bu dayanışma örgütlenmezse, bir müddet sonra Tayyip’in, Karaismailoğlu’nun, Cengiz’in manevralarıyla, hukuki davalar ve kararlarla bu direniş tavsayacaktır. Belki İkizdereliler oylarını yine Tayyip’e vereceklerdir. Ama bunun sorumlusu İkizdereliler değil, Ankara’da mecliste nutuk atanlar, “oh olsun” diyen iflah olmaz elitler olacaktır. Bugün İkizdere’de yaşanacak olanlar geçmişte Soma’da yaşandı, Kazdağları’nda yaşandı. Bir sefer gitmekle halk yılların alışkanlığından vazgeçirilemez. Onunla içiçe olmak, dert ortağı olmak, ona dost ve yoldaş olmak gerekir. Bunu yapacak örgütü yaratmak ve güçlendirmek gerekir. Başka türlü “çoban ateşleri” bir yerden sonra söner. Erdoğan’ı yenmek ise bu “çoban ateşlerini güçlendirmekten geçer. Zaman “oh olsun” zamanı değil, dayanışmayı yükseltme zamanıdır.

Bir yanıt yazın