Haber / Yorum / Bildiri

Hayatın içinden akan damlalar…

A.TAŞKIN

İNSANIN ömrünü ve yaşam tarzını belirleyen şey, eğer biraz öğrendikleri bilgiler ise, diğer kalanı da rastlantısallık ve yaşadığı ülkenin üretim ilişkileri ve yönetim biçimidir. Eğer bir köyde yaşıyorsanız o köyün yaşam biçimine uygun yaşarsınız, ya da öğrendiğiniz, edindiğiniz bilgiler sizi farklı bir yaşama ve arayışa sürükler. Orada bir yaşam kurmak istersiniz. Göçtüğünüz şehirde de istediğiniz yaşamı kuramıyorsanız, şartlar elveriyorsa, daha iyi, daha mutlu olabileceğiniz başka bir ülkeye göç edersiniz. En güzeli insanın kendi ülkesinde mutlu olmanın mücadelesini verebilmesidir. Zira her göçtüğünüz yerde farklı sorunlarla karşılaşırsınız. Bazen istediğinizi bulamazsınız. Bazen de bulabildiklerinizle yetinmek zorunda kalırsınız. Ve ömrünüzün sonuna doğru geldiğinizde edinmiş olduğunuz bilgilerle yaşam tecrübenizden çıkan sonuç, sizin mutluluğunuzun, huzurunuzun ve özgürlüğünüzün ölçüsünü verir. Kendi hikayenizi, kazandıklarınızın ve kaybettiklerinizin üzerine kurarak, çocuklarınıza, akrabalarınıza ve çevrenize anlatarak nasihatte bulunursunuz. Verdiğiniz ders kendi hikayenizdir, ama onları da etkilemiştir ve ilgilendirmektedir. Çünkü bunlar daha iyi, bir başka dünya için verilen mücadelelerin dersleridir.

İnsanoğlu var olduğundan bu yana acılarından, zorluklardan, yaptığı işlerden, üretim faaliyetlerinden ve mutluluklardan çıkardığı dersler ışığında daha ileri gelişmiş bir topluma adımlar atabilmiştir. O oranda özgürlüğü, mutluluğu, barışı ve huzuru yakalayabilmiştir. Ne kadar doğaya hakim olmuş ise ne kadar insanlaşabilmişse, daha yüksek ileri medeniyet kurmuştur. İnsanoğlu sadece doğaya karşı savaşmamıştır. Çoğu kez de içinde bulunduğu üretim ilişkilerini değiştirmek için, yöneten iradeye karşı savaşmıştır. Bazen kazanmış, çoğu kez de kaybetmiştir; ama kazanma umudu onu hep yeniden mücadeleye itmiştir. O yüzdendir ki, toplumsal ilerlemenin diyalektiği içinde gelişimini sürdürerek ayakta kalabilmiş ve neslini sürdürebilmiştir.

Her insan dünyaya gözünü açtığında avantajlı ya da dezavantajlı koşullarda doğar. Mesela şehirde doğanlar, köyde-kırsalda doğanlardan daha avantajlı koşullarda yaşama başlarlar. Çünkü köyde hâlâ feodal ilişkiler egemenken, şehirde modern burjuva ilişkiler egemendir ve şehirde olabildiğince fazla olanaklar ve seçenekler vardır. Ayrıca sosyal yaşam olanakları, oyun, eğlence, ulaşım, kültür, sanat, sinema, tiyatro, spor gibi olanaklar köydeki insana göre çok daha yüksek düzeydedir. Bu açıdan şehirde doğan ve büyüyen bir çocuk, köyde ve kırsalda doğan bir çocuktan daha ileri bilgilere, deneyimlere sahip olur.

Benim kuşağımın %70’i köyde, kırsalda gözlerini dünyaya açmıştır. Tarım ve hayvancılık üzerine kurulan yaşam biçimi kapitalist gelişme süreci ile, sanayi ve hizmet sektörlerinin istihdam talebi çerçevesinde şehirlere akarak yeni yaşam olanakları yaratmıştır. Hayatın değişimi ve dönüşümü bu süreçle yeni bir yol bularak nicelikten niteliğe doğru dönüşüyor. Köyde ve kırsaldaki dar kalıplar kırılıyor, yerini çok kültürlü kitlesel bir yaşama taşıyor. Hiç bilmediğin kavram ve düşüncelerle karşılaşıyorsun, hızlı bir değişime-dönüşüme uğradığının farkına bile varamıyorsun.

Köy ve kırsal yaşamın temel kültürü dilden dile geçen inanç kültürü olarak önemini korurken, kentte de bu inanç daima insan yaşamını etkilemiştir. Ancak şehirde insan başka objelerle, nesnelerle, üretim faaliyetlerinde bulunarak daha ileri bir sosyal yaşamın içinde yaşarlar. Bu anlamda inanç ve din kültürünün etkileri şehirli insanda daha zayıftır. Dünyanın her yerinde köyde ve kırsalda yaşayan insanlar daha tutucu olmaktadır. Büyük şehirlerin dışında kalan kasaba ve şehirlerde dinci gericiliğin, bağnazlığın, ırkçı tutum ve faşizan baskıların olduğu gerçeğini görüyor ve yaşıyoruz.

Kırsaldaki insan ilişkileri ve sınıfsal çelişkiler şehirdeki çelişkiler kadar öne çıkmış değildir. Kırsalda ya da köyde akrabalık bağları, feodal bağlar daha belirleyici olmaktadır. Sosyal ilişkiler şehirdekinden daha sınırlı ve dar kalmaktadır. Köylünün temel üretim faaliyeti toprağa ektiği ürünlerden elde ettiği gelirdir. Aynı zamanda hayvancılık alanındaki faaliyetleri sayesinde de geçimini kıt kanaat olsa da sürdürebilmektedir.

Dünyamız 30 yılda iki büyük savaş yaşamıştır. Ülkeler birbirine girmiş, insanlık kanlı bıçaklı hale getirilmiştir. İnsan, bu acımasız emperyalist paylaşım savaşlarında öldürülmüş, katledilmiştir. Büyük dramların yaşandığı tarihsel dönem içinde umudun da yeşerdiği gelişmeler ve devrimler gerçekleşmiştir.

Birinci Emperyalist paylaşım savaşında çarlık Rusya’sında Lenin’in önderliğinde işçi sınıfı iktidarı ele alarak sosyalist devrimi gerçekleştirmiştir.

İkinci emperyalist paylaşım savaşında da dünyada birçok ülkenin emperyalist, kapitalist yoldan kurtularak halk demokrasilerinin kurulmasına ve sosyalizmin bir dünya sistemi haline geldiği tarihi bir döneme geçilmiştir.

İşte bu iki savaşın sonrasında dünya henüz yeni dengeler üzerinde kurulurken, büyük savaşların kısmen sona erdiği dönemin ardından 1945-1965 dönemi içinde dünyaya gözlerini açan çocukların fırtına ve kasırgalarla dolu yaşam hikayeleri başlıyordu. Savaşların, acıların, ateşlerin içinden doğan bu kuşağında yaşamı fırtınalar ve kasırgalar içinde geçmiş acı ve umutların arasında filizlenerek yaşama tutunanlar ve tutunamayanlar olmuştur.

Bu açıdan kendi yaşamım içinde toplumsal mücadelenin ve sınıf savaşımının bir parçası olarak yaşamın acı, tatlı damlalarını dilim döndüğünce anlatacağım:

Evet birçok insanın olduğu gibi benim hikayemde böyle başlıyor. Doğduğum yerden, doyduğum yere göçerken büyük umutlarla ve heyecanla doğduğum toprakları terk ederken iyi bir yaşam ve mutluluk inancının ağırlığı gurbete sürüklüyordu.

İlk kez kasabaya indiğim günü hatırlıyorum. Gecenin dördünde kalkıp patika yollardan, ormanlardan, derelerden geçerek toprak bir araba yoluna ulaşarak, üstü tente ile kapatılmış bir kamyonete binerek 10-15 kişi kasabaya doğru yola çıktık. Kamyonet çukurlara düştükçe adeta araba devriliyormuş gibi başlayan uzun bir ayrılık için gurbet ellerine göçü göze alıyorduk.

Çünkü ailelerimizin yoksulluktan kurtulması, iyi bir gün görmesi için bütün ailenin sorumluluğunu üstlenerek hasretle başlayan uzun bir ayrılık başlıyordu.

Yapyabancı şehirlerde, kör karanlık tek odalık gecekondu odalarında, soğukta, sıcakta yaşam savaşı vererek ayakta kalabiliyorduk. Bizim kuşağımızın büyük çoğunluğu ilkokul mezunu idi. Lise mezunu olmak büyük bir şanstı. Şehirde daha çok fırınlarda, lokantalarda, çay bahçelerinde, otellerde, belediyelerde, hizmet sektöründe iş bulup, çalışabiliyorduk.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sanayileşme hız kazanıyordu. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde daha çok montaj sanayi öne çıkıyordu. Bu dönemde köyden kente göç hükümetler tarafından da teşvik ediliyordu. 1970-80 hatta 90’lara kadar köylerden kentlere akın akın insanlar göç etti, köyler boşaltıldı. 90’lı yıllarda Kürdistan kent ve köylerinden göç etmek zorunda kalana insanlarımızın dramı da ayrı… Tarlalar ekilmez oldu, hayvancılık bitirildi. Samandan ete kadar her şeyi ithal ederek üretmeyen bir ülkeye döndük. Yanlış ekonomik kalkınma ve sosyal politikalar sonucunda tüketim toplumuna döndük. Kapitalist, emperyalist sistemin iç içe geçen krizleri bizim gibi ülkeleri daha derinden sarsıyor ve etkiliyor.

Köyden kente göçün en yoğun olduğu dönem olan 1970’lerde benim yolumda önce Ankara, daha sonra İstanbul’a yelken açarak, ömrümün kalan kısmının daha çok İstanbul’da geçeceği kesinlik kazanmış oluyordu.

Ankara günleri dayımın dükkanında çırak olarak başlamıştı. Daha sonra ustalaştım ve dükkanı tek başıma işletir duruma gelmiştim. 1967-73 yılları arasında öğrenci ve işçi eylemlerinin yoğun yaşandığı bir dönemde Ankara’da yaşamam ve ilk gençlik yıllarımın etkisiyle ilgi alanıma girmeye başlayan gençlik hareketleri ve siyaseti beni de etkilemeye başlamıştı. Köyümüzün büyük abilerinin bir kısmı bu olaylara ilgi göstermiş olması dolayısıyla ilgi duymamı daha da artırıyordu. Bir gün benden büyük bir abimizin, öğrenci hareketinin Ankara’daki önemli bir eylemi olan Kızılay – Samanpazarı arası gece meşaleli yürüyüşüne benimde katılmamı istemesi karşısında heyecanla katılma isteğini kabul etmiştim. İlk kez hayatımda bir eyleme katılıyordum. Ama henüz neyin ne olduğunu bilmiyordum. Siyasi ve kültürel olarak çok geri durumdaydım. Öğrenci hareketinin etkisi ile benim ilkokuldan beri okuma isteğim daha da artmıştı. O nedenle yine esnaf bir abimin veliliği ile 1970-71 eğitim yılı eğitim dönemi ortaokula kaydımı yaptırdım. Dayım bu dönemde işçi olarak yurtdışına çıkmış ve dükkanı onun adına ben işleterek, kazandığım parayı dayımın banka hesabına yatırıyordum. Okula kaydımı yaptırdıktan sonra çok mutlu olmuştum ama ikinci yılın başında dayım Ankara’ya izinli olarak gelmişti. Tabi benim ortaokula kaydımı yaptırdığımı duyunca çok sinirlenmişti. Bana söylemediği kalmadı: “Sen cumhurbaşkanı mı olacaksın, sen kimsin?” gibi birçok küfür ve hakaretten sonra beni dükkandan kovmasıyla şehirde tek başıma kalmıştım.

Köyden tanıdığım büyük abilerimin bekar evinde, bir süre de halamın evinde kaldım ve sonra köye geri dönmek zorunda kaldım. Eğitim hayatım bitmişti. Yeni planlar yapmaya, hayatıma yeni bir yön vermem gerektiğini düşünmeye başladım. Bu arada köyümüzün kimi gençlerinin Trabzon’da büyük bir otelde işe başlamış olduklarını öğrenmiştim. Bana da iş verebileceklerini söyleyince kabul edip komi olarak otelin restaurantında işe başladım. Birkaç sene çalıştıktan sonra tekrar Ankara’ya döndüm. Ankara’da lüks bir restaurantta komi olarak işe başladım. Henüz daha iki aylık bir işçi iken bir sabah restaurantın kapısında ziyaretçim olduğu söylendi. Babam gelmiş. Sarıldım, hoşbeşten sonra babam askere çağrıldığımı, birliğimin İstanbul’da olduğunu ve ayın 3.de teslim olmam gerektiğini, yoksa kaçağa düşeceğimi söyleyince askere gitmekten başka çarem olmadığını anlamıştım. Restaurant sahibi personel müdürüne askere gidecek adamı neden işe aldığını sorgulayınca, personel müdürü bilmediğini, çocuğun yüzünde kıl bile çıkmadığı şeklinde cevaplayarak kendisini savunmuştu. Gerçekten henüz traş olmaya bile başlamamıştım. Teskere almama az bir zaman kala traş olmaya başlamıştım.

Askerde çavuş olmama rağmen üst tertipler beni hep çocuk gibi görüyorlardı. Hatta nöbetçi çavuşluğumda nöbet yerlerine nöbetçi asker yazarken, üst tertiplerin hiçbirinin ne temizlik, ne koğuş ne de diğer nöbetlere yazılmadığını görünce “bu böyle olmaz herkes nöbet tutacak”  dediğimde üst tertipler bana karşı çıkmıştı. Bunun üzerine çöp dökmek dahil olmak üzere üst tertiplerden oluşan bir liste yaparak bölük komutanlığına verdim. Tabii ki kıyamet koptu, üst tertiplerle aramızda kavga çıktı. Benim ortaokuldan arkadaşım da çavuştu, bizim tertipler benim yanımda yer aldı ve kavgaya karışan herkes ceza aldı. O günden sonra üst tertiplerle teskere alıncaya kadar aramız düzelmedi. Askerlik sonrasında İstanbul’da yakın akrabalarımın evinde kaldım. Artık yeni bir iş arıyordum. O işi de akrabalarımın aracılığıyla bulmuştum. Çok büyük bir fabrikada işçi olarak işe alındım. Müracaat esnasında benim gibi genç erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce işçi fabrika kapısında işe girmek için kuyruktaydık.

Torpilli olarak işe girmiştik. Bu fabrikada çalıştığım süre içinde torpilim hiçbir işe yaramadı. İşe başladığım gün yeni iş elbiseleri giyerek çalışacağım bölümde işe başladım. Çok gürültülü patırtılı bir ortam vardı. Acemilik dönemi sıkıcı geçti ama daha sonraki günlerde yeni arkadaşlar edinmiş ve yeni şeyler öğrenmeye başlamıştım. İşe girişimin yapıldığı gün hem kaygılı hem de sevinçliydim. Bir formen eşliğinde işe giren işçileri çalışacakları bölüme götürürken, bölümün kapısından içeri girer girmez yoğun bir gürültü ve değişik kokuların burnuma geldiğini hissettim. Bir tarafta hava tabancalarının sesi diğer taraftan lehim potalarından çıkan yoğun duman, kabloların, TV tüplerinin ve kabinlerinin olduğu bölmelerden gelen gürültüler insanın kulaklarını rahatsız ediyordu. Çalışma bantlarının etrafında karşılıklı oturan işçiler önlerinden geçen bant üstündeki malzemeleri alıp, yine önlerindeki plakete yerleştirip bir sonraki arkadaşına gönderiyor ve zincirleme kısa sürede elektronik tablonun tamamlanmasına çalışıyorlardı. Başlarındaki formen ise ’’Hadi, çabuk. Aranızda konuşmayın. Haydi aslanlarım’’ diye bağırıyordu. Bir sorun olunca hemen oraya gidip sorunu çözüyordu. Bazen de bandın hızlanmasını sağlayıp daha çok iş çıkartmak istiyordu. Bütün bu gürültü patırtı içinde merkezi yayın yoluyla müzik yayını yapılıyordu. Hoparlörlerden şarkı, türkü dinletiliyordu.

Kısa sürede yeni arkadaşlıklar edindik. İşyerinde örgütlü olan sendika temsilcisinin yanıma gelip sendikaya üye yapma talebine karşı sendikanın ne olduğunu sorup öğrendikten sonra üye olmayı kabul etmiştim. İlk kez sendikalı bir işçi olarak çalışma hayatına başlamıştım. Daha sonra sendika temsilcilik odasına gidip bilgi almaya başladım.

Henüz daha bir yıl olmamışken 16 Eylül 1976 yılında Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne karşı Türkiye çapında genel grev yapılması için çalışmalar başlamıştı. Sendikadan DGM direnişi ile ilgili bildiriler dağıtılıyor, işçiler sürekli bilgilendiriliyordu. Aynı zamanda işveren de bildiri dağıtıyor, olası bir direnişi yasadışı olacağını söylüyordu.

Maden-İş Sendikası ve DİSK, DGM direnişine karşı yoğun örgütleme çalışmaları başlatmıştı. Fabrikalarda komiteler kurularak direnişe sıkı bir şekilde katılım sağlamak için çaba sarf ediliyordu. Maden-İş Sendikası’nın örgüt ağı sağlam bir kadroya sahipti. Sadece Baş Temsilcilik ve kurulu değil, lokal başkanlığı, yönetim kurulu ve ünite temsilciliği ile de birçok işçinin bu yapı içinde rol alması ile sağlam kadrolaşmayı gerçekleştiriyordu.

DGM direnişinden önce sendika tarafından A tipi eğitim seminerine katılmıştım ve çok iyi bilgiler edinerek bilinçli bir işçi olma yolunda ilerliyordum. Sendikanın eylem ve etkinliklerine katılabilmem için sendikal izin alınıyordu. Yine hayatımda ilk kez 1 Mayıs 1976 yılı etkinlikleri için gece gündüz çalışıyorduk. Afişler asıyor, bildiriler dağıtıyorduk. İş çıkışı sendikamızın şubesine gidip sabaha kadar afiş asıyorduk. Birçok yerde faşistlerin, polisin saldırısına ve göz altına alınmaya maruz kalıyorduk. Milliyetçi gerici faşist çetelerle, devrimciler, ilericiler arasında her gün artan çatışmalar ve cinayetler yaşanıyordu. Keskin, ölümüne bir sınıf mücadelesi sürüyordu.

’’DGM’yi ezdik, sıra MESS’te’’ sloganı ile DGM zaferi işçi sınıfına ve özellikle Metal işçilerine çok büyük bir güven vermişti. DİSK’e ve Maden-İş’e olan güven çok daha artmıştı. Hepimiz sendikamızı sonuna kadar savunuyor, kimseye söz söyletmiyorduk.

Bütün bu çalışmalar içinde iş yerimizdeki parti hücremiz tarafından izleniyor ve öne çıkan işçilerle en kısa zamanda ilişki kuruluyordu. Partili bir yoldaş benim de içinde olduğum arkadaş grubunun içinde olmak için bizim gittiğimiz kahveye geliyor, bizlerle oyun oynuyor ve sıcak bir arkadaşlık kurmak istiyordu. Nitekim arkadaş grubumuzun hepsinin güvenini kazanıp sıkı bir arkadaşımız olmuştu. Bizden 5-10 yaş büyük olsa da hep yanımızda ve bir bilge adam gibi bizlere yön veriyordu. En uzun tartıştığımız konuların başında din geliyordu. Ben iyi bir arkadaş olmakla birlikte inançlı biriydim de. Beş altı aylık bir tartışma sonrası ikna edip parti üyeliğine hazırlamayı başarmıştı. Bu arada beni partinin bölge komitesinden Deniz yoldaşla tanıştırdı. Artık onunla görüşmeye başlamıştım. Deniz yoldaşla tanışmadan önce fabrikadaki yoldaşın evinde partiye giriş dilekçesini yazıp vermiştim. Orada parti tüzüğünü de bana okuttuktan sonra, “artık Türkiye Komünist Partisi aday üyesisin” diyerek parti adımı vermişti.

O günden bu yana hiçbir başka parti ya da örgüt ile ilişkim olmadı. Tek partim sadece TKP olarak yaşamımdaki yerini inançla, güvenle korumaktadır. Bu parti ülkemiz insanını değiştirip dönüştürecek ve proleter devrime taşıyacak engin tecrübe ve savaşım birikimine sahiptir.

2 thoughts on “Hayatın içinden akan damlalar…

Bir yanıt yazın