Haber / Yorum / Bildiri

Ey Erdoğan! Sokaklar canlandı! Sürekli Kürtlere operasyon düzenleyerek, İşçi haklarına ve demokratik güçlere saldırarak iktidarda kalamazsın!

-Erdoğan’ın üç hınzır yöntemi-


Barış ALPER

ERDOĞAN sıkışmış durumda. Kamu yoklamalarına göre seçmen tabanı sürekli eriyor. Halkta huzursuzluk artıyor. Hem Erdoğan’ın otoriter tek adam rejiminden, hem dayandığı faşist MHP-AKP iktidarından halk memnun değil. Baskı, terör ve tutuklamalar, Kürt halkının iradesini hiçe sayarak atanan kayyımlar ve düşürülen vekillikler, keyfi tutuklamalar, antidemokratik uygulamalar, hukuksuzluk ve adaletsizlik halkı bezdirdi. Halk “yeter artık!” diyor.

Ekonomi iyi gitmiyor. Pahalılık artıyor. Her şey ateş pahası, insanın elini ve cebini yakıyor. İşsizlik aldı başını gitti. İşsiz kalmış aileler ayda 1170 lirayla geçinmeye mahkûm ediliyor. Üretim, ihracat, turizm durgun. Avrupa 31 Ağustos’a kadar Türkiye’yi korona pandemi riskli ülke ilan etti. Bu ise bu yıl Avrupa’dan turist gelmeyecek, Türkiye 35 milyar dolar turizm gelirinden mahrum kalacak demektir. İhracatın da durmuş olduğu koşullarda bu Türkiye ekonomisi için bir yıkımdır. Erdoğan’ın “dünyanın en büyük on ekonomisi içine gireceğiz, büyüyeceğiz” gibi hamaset dolu sözlerine halkın karnı tok. Halk artık gördü ki, inşaattan başka yatırım tanımayan, sırf tüketim, talan, yağmaya ve savaşa dayalı bir Türkiye ekonomisi değil dünyanın ilk onuna girmeyi, ilk yirminin arasında bile kalmayı başaramaz.

Artık görülüyor ki, Erdoğan’la bu ülke bir yere gidemez, kalkınamaz, yönetilemez. Bunu korona pandemisiyle mücadele de gösterdi. Günlük vaka sayısı yine 1500’lere dayandı. Sürü bağışıklığı metodu uygulayarak halkı salgın karşısında ölümle karşı karşıya bıraktı. Bunun suçunu da, “cahildir, laf dinlemez” gibi hakaretlerle halkın üzerine yıkmaya kalkıştı. Halk nefes alamıyor, “yetti artık!” diyor.

Bu sıkışık durumu atlatmak için Erdoğan üçlü bir yöntem uyguluyor. Birincisi işçi haklarını budamak: Erdoğan ekonomiyi geçici olarak kurtarmak, Hazineye para sağlayabilmek için ek vergi ve zamların yanı sıra işçinin kazanılmış haklarına saldırıyor, onları Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi TES tuzağı ile gasp etmeye çalışıyor.

İkincisi halkın sokağa çıkmasını engellemek: Erdoğan halkın sokağa çıkmasını önlemek için sokağa çıkan milletvekili, avukat, aydına karşı orantısız güç kullanıyor, terör estiriyor, halka “bak, milletvekillerinin, avukatların başına bu gelirse senin başına ne gelir, düşün” demek istiyor. Halkı korkutmak, toplantı ve yürüyüş gibi en doğal demokratik hakkını kullanmasının önüne geçmek için elindeki terör sopasını kullanıyor.

Üçüncüsü savaş politikası: Erdoğan Kürtlere sürekli saldırarak, Başur’da, Rojova’da operasyonlar düzenleyerek, İdlib’de, Libya’da savaşa fiilen müdahil olarak kendini güçlü göstermek, milliyetçiliği körükleyerek halk üzerinde tahakküm kurmak istiyor. Milliyetçilik, nefret söylemi hâlâ geçerli olsa da, artık geri tepiyor. Halk “Kürt sorunu nedir, Kürtlere karşı neden savaşıyoruz?” diye daha çok sormaya başladı. Bu bir sıçramadır.  

Tamamlayıcı emeklilik genel grev nedenidir

Devletin hazinesini tamtakır eden Erdoğan her seferinde vergi ve zamlarla çalışanların, işçi ve emekçilerin cebine saldırdı. Dış ülkelerden para bulamadığı için işçilerin birikmiş fonlarına göz dikti. İşçilerin işsizlik fonunda biriktirdikleri 130 milyar liranın, tam da lazım olduğu korona pandemisi sırasında yok olduğu ortaya çıktı. Erdoğan işsizlik fonundaki parayı tahvillere çevirip “iç etmiş.” Korona pandemisi nedeniyle işini kaybeden işçiler Fon’dan 2000-4000 lira arasında aylık hak etmişken, sadaka verir gibi 1170 lira aylıkla onları eve gönderdi. “Bozdur bozdur harca!”. Bu parayla bir aile geçinir mi? Erdoğan’ın umurunda değil. O sarayda. Bir de utanmadan “işçiye 1170 lira maaş bağladık” diye övünüyor.  

Şimdi devlet kasası yine boş. Dışarıdan kimse kredi vermiyor. Türkiye riskli ülke diyor. Ekonominin ve devletin çarkı ise parasız dönmüyor. Erdoğan’ın acilen birikmiş paraya ihtiyacı var. Şu an toplanmış para işçilerin kıdem tazminatında var. Erdoğan bu paraya çoktan göz dikmişti. Kıdem tazminatı fonlarında birikmiş ve birikecek olan parayı uzun zamandan beri patronlara sermaye ve kredi olarak peşkeş çekmeyi planlıyordu. Korona pandemisinin yarattığı parasızlık koşulunda bu planı öne çekti. Damat Albayrak verilen talimatla hemen iki yasa hazırlığına geçti: Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi TES ve İstihdam Kalkanı. Hazırlanan her iki kanun işçinin kıdem tazminatlarını iç etmeye yöneliktir.

Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi ile kıdem tazminatının bir bölümü veya tümü Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi adı altında kurulan fona devredilecek ve bundan böyle her ay kıdem tazminatları da bu fona yatırılacak. İşçiler 60 yaşına gelinceye kadar fondan para alamayacak, 60 yaşında ise Fonda biriken paranın %25’ini alacak, kalan kısmı da emeklilik durumunda işçinin yaşlılık aylığına ilave edilecek. Yani işçi kıdem tazminatını yiyemeden ölecek. Paralar Erdoğan’a kalacak.

İstihdam Kalkanı Planıyla ise esnek ve güvencesiz çalışma yöntemi getirilmektedir. Bu planla 25 yaş altı ve 50 yaş üstü işçilere kısa süreli istihdam olanağı yaratmak hedeflendiği söylense de, esnek ve güvencesiz çalışma biçimi 25-50 yaş arasına da uygulanabilecektir. Ama Damat Beyin çok övdüğü bu sistemde bir tuzak var: Belirli süreli, geçici çalışan işçilerin kıdem tazminatı hakkı yok. Hatta bunlardan kıdem tazminatı kesilecek ama fondan hak sahibi olamayacak. Esnek iş, kuralsız iş demektir. İşçiler tam olarak patronların emrine “tahsis” ediliyor.

Bakan Damat Albayrak Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi ile “60 ile 100 milyar TL büyüklük sağlayacak” bir fona kavuşulacağı ve bunun “özellikle sermaye piyasalarını derinleştirecek” bir nitelikte olacağını vurgulanmaktadır. Şimdiden fonu talan edeceklerini ilan etmektedir. 60 ila 100 milyar! Erdoğan’ı bir dönem rahatlatır. Ama…

Ama, Erdoğan’ın böylesine göz diktiği kıdem tazminatları ise sendikaların kırmızı çizgisi. Türk-İŞ, Hak-İŞ, DİSK hükümetin planlarına temelden karşı çıkıyor, direneceklerini, işçiyi sokağa dökeceklerini ilan ediyorlar. Sendikalar kıdem tazminatı işçilerin alın teridir, güvencesi ve geleceğidir, emekli olurken başını sokacağı evdir, çocuklarının rızkıdır, kızın çeyiz, oğlanın düğün parasıdır, kimseye iç ettirmeyeceğiz, mücadele edeceğiz demektedirler.

Türk-İş şimdiden harekete geçmiş durumda. Ankara’da genel merkez binasına üzerinde “Kıdem tazminatıma dokunma” yazan bir pankart astı ve “kıdeme dokunulması halinde genel greve çıkılacağı” kararı olduğunu ilan etti. DİSK ve diğer sendikalar da mücadele için hazırlıklarını hızlandırdılar. Burada işçi önderlerine, komünistlere, devrimcilere büyük görevler düşmektedir. İşçilerin can alıcı bu sorunu karşısında Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in birlikte hareket etmeleri, sendikal ve işçi birliğinin gerçekleşmesi için çalışmalılar, fabrikalarda işçileri mücadeleye hazırlamalıdırlar. İyi çalışılırsa bir 15-16 Haziran’ın yaşanması ve hükümete geri adım attırılması mümkündür. Çünkü sokağa çıkan işçi hakkını, istediğini almadan geri dönmez.

HDP demokrasi için sokaklarda

Erdoğan’ın ikinci hedefi halkın sokağa çıkmasını önlemektir. Onun en çok korktuğu halkın sokağa çıkmasıdır. Çünkü onun iktidarına son verecek güç sokağın baskısıdır, o yalnız bu sokak baskısının dilinden anlar. Koronavirüs nedeniyle halkın katlanmak zorunda kaldığı demokratik kısıtlamaları kendi çıkarına kullanan Erdoğan’a dur demenin zamanı çoktan gelmişti. Erdoğan’ın bu antidemokratik, faşizan keyfi uygulamalarına karşı sessiz kalmaması, halkta biriken öfkenin sokağa dökülmesi gerekiyordu. İşte tam böyle bir dönemde HDP sokağa çıkma kararı aldı.

HDP 15 Haziran’da Türkiye’nin en uç köşesinden, doğuda Hakkâri’den, batıda Edirne’den Ankara’ya 6 günlük bir yürüyüşe çıktı. “Darbelere karşı demokrasi yürüyüşü” olan bu eylem yalnız Erdoğan’ın sivil darbelerini, belediyelere atanan kayyımları, düşürülen milletvekilliklerini, adaletin, hukukun, demokrasi ve özgürlüklerin çiğnenmesini, gazeteci ve akademisyenlere yapılan baskıları protesto etmekle kalmadı, Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimi karşıtı tüm demokratik güçlerinin ittifakının pratikte gerçekleşmesine büyük katkıda bulundu. Yol üzerindeki şehirlere giriş ve çıkışlarda kalabalık halk kitleleri HDP’lileri gösteri ve yürüyüşlerle karşıladı ve uğurladı. Şehirlerde halkla, sivil toplum ve meslek kuruluşlarıyla, partilerle, sendikalarla, barolarla, sanayi ve ticaret odalarıyla, 30’dan fazla demokratik kurum ve kuruluşlarla toplantılar yapıldı, faşizan rejime karşı “hep birlikte” ortak hareket vurgulandı.

Yürüyüş kolu üzerinde Edirne’de Selahattin Demirtaş, Kocaeli-Kandıra’da Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel ve diğer tutuklular selamlandı. 20 Haziran’da Meclis Parkı’ında bir mitingle son bulan yürüyüş, HDP’nin 1 Haziran’da açıkladığı 9 maddelik demokrasi deklarasyonunu hayata geçirmekte yaptığı ilk eylemdi. Ve bu eylemlerin ilk etabı 1 Eylül Dünya Barış Günü yapılacak gösterilere kadar sürecek. Meclis Parkı’ndaki mitingde konuşan Eş Başkanlar Buldan ve Sancar şu vurgulamayı yaptılar: “Bu yürüyüşle toplumu nefessiz bırakan, kendisi gibi düşünmeyen herkesi susturmaya çalışan iktidara karşı toplumun yükselen itirazını sokağa taşırmak, artık yeter demek istedik! Yürüyüşümüz boyunca Türkiye halklarının gösterdiği yoğun ilgi nefessiz bırakılan bir toplum için bu mücadeleyi yükseltmenin ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu herkese gösterdi.”

Mecliste grubu olan, ülkenin üçüncü büyük partisinin yürüyüşünü yasaklatamayan Erdoğan, yürüyüşü engellemek için her türlü yola, manipülasyona ve şiddete başvurdu. Günler öncesinde TV programlarında HDP’ye saldırıya geçildi. Tüm yandaş kanallarda HDP’den kimsenin çağrılmadığı HDP’siz HDP tartışmaları yapıldı, Kürt ve PKK düşmanlığı körüklendi, milliyetçilik ve şovenizm kabartıldı. Ama fayda etmedi. Kamuoyunda HDP’ye ve yürüyüşe sempati daha da arttı. Bunun üzerine Erdoğan valilere verdiği emirle yürüyüş kolu boyunca engellemeler çıkarttı.

Valiler korona pandemisini bahane ederek yürüyüş güzergâhı üzerindeki kentlere giriş ve çıkışları yasakladı, bu şehirleri ablukaya aldı. Buna rağmen HDP’lilerin halkla buluşmasını engelleyemediler. Polisin milletvekilleri dâhil fiziki müdahalesi sökmedi. Bir hafta boyunca yürüyüş tüm medyada bir numaralı haber oldu. Halk HDP’nin sokakları polisin elinden nasıl geri aldığını gördü. HDP’nin bu eylemi halklarımızı yüreklendirdi, Erdoğan’ın ancak sokaklar zapt edilerek gönderilebileceğini gördü. Önümüzdeki dönem sokaklar çıkma dönemi olacaktır. Erdoğan’ın korkusu da budur.

Kartal ve Kaplan Pençe Operasyonları

 HDP’nin sokağa çıkmasını engelleyemeyen, demokrasi güçlerinin bir başarı kazanmasının kendisi için tehlikesini gören Erdoğan, kamuoyunu baskı altına almak ve manipüle etmek ve kendi gücünü göstermek için çareyi yine Kürtlere saldırmakta, onlara karşı savaşta buldu. HDP yürüyüşünün başlayacağı 15 Haziran gecesi havadan savaş uçakları, SİHA ve İHA’larla Güney Kürdistan Başur’da Kürtlere karşı saldırıya geçti. Türk Savaş Bakanı Akar Mahmur, Şengal, Haftanin, Kandil’de 81 hedefin vurulduğunu, “’teröristlerin inlerinin başlarına yıkıldığını” açıkladı. Arkasından PKK da hiçbir zayiat vermediklerini, 6’sı Şengal’de olmak üzere sivil halktan yaralananlar olduğunu, gerillanın Medya Savunma Alanlarında direndiğini bildirdi.

“Kartal Pençe” hareketi olarak adlandırılan bu hava saldırısından bir gün sonra kara kuvvetleri “Kaplan Pençe” harekâtını başlattı. Hedefleri yine Kandil’di. “Kandil’i alıp yerle bir etmek”ti. Bu Türk Genel Kurmay Başkanlığı’nın Kandil’e yönelik ilk “zapt etme” harekâtı değildi. Bundan önce de Kandil’i almak, PKK’nın inine girmek için yapılmış küçük birçok denemelerin yanı sıra iki büyük harekât vardır. Bunlardan biri 2008 yılında, diğeri de 2018 yılında idi.

2008’de dönemin Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt’ın yönettiği hareket 8 gün sürdü. Asker geçit vermeyen Kandil dağlarının dar boğazlarında gerillanın ağır saldırıları sonunda ilerleyemedi. Büyük zayiat vermeye başladı. “İmdada” ABD yetişti. ABD “Kandil’e gidemezsiniz, geri çekilin!” deyince ordu geri çekilmek zorunda kaldı. Büyükanıt “terörün beyni olan Zap kampı”na yapılan harekât PKK’nın “patlayıcıları patlatamadığı “ Şubat-Mart gibi bir kış ayında yapıldığı için, “dezavantajlar avantaja” çevrilmiş ve harekât “başarıya” ulaşmıştır, “teröristlerin zayiatı daha fazla” olmuştur diyerek bir yerde başarısızlığı itiraf etmiştir ve ordu 10 sene boyunca Kandil’e bir kara harekâtı yapmaya yanaşmamıştır.

Kandil’e ikinci büyük hareket 2018 senesinde genel seçim öncesinde Erdoğan’ın zorlamasıyla yapılmıştır. Kamu yoklamaları yine AKP’nin tek başına iktidara gelemeyeceğini gösteriyordu. Erdoğan çareyi yine Kürtlere saldırmakta buldu. “Cumhur müttefiki” Bahçeli’nin de kışkırtmasıyla, “Kandil’i alırsak”, “Kandil’e Türk bayrağı dikersek” seçimi alırız stratejisi uyguladı, Orduyu Kandil’e sürdü. Asker yine Kandil’in geçit vermez dar boğazlarında takılıp kaldı. İşte Kandil’e girdik giriyoruz, bayrağı diktik dikiyoruz diyerek kabarttıkları milliyetçilik dalgasıyla yürüttükleri seçim kampanyasında umdukları başarıyı bulamadılar. Kurdukları Cumhur ittifakının elde ettiği başarı da ortada. Ne Kandil’e girildiği ne de bayrak dikildiği oldu. Harekât kendiliğinden sönümlendi. Seçim olduğunda Kandil harekâtı çoktan unutulmuştu.

Şimdi de herkes soruyor: “Bu Kartal, Kaplan Pençe harekâtı nereden çıktı?” 15 Haziran’da tam HDP’nin demokrasi yürüyüşünün başladığı gün Bakan Akar’ın “kartallarımız PKK’nın inlerini yerle bir etti” diye söylediği kahramanlık nutku ve “kaplanlarımız Haftanin üzerine yürüyor” açıklamaları HDP’nin eylemlerini gölgeleyemedi ve halkla buluşmasını engelleyemedi. Üç gün sonra da büyük Kandil harekâtı baş haber olmaktan çıktı. Çünkü elde edilen bir “zafer” ve yazılan bir kahramanlık destanı yoktu. Ordu Haftanin’de saplanıp kaldı. Gerilla görülmedik bir direniş sergiledi ve sergiliyor. Bir adım ileri gidemiyor. Harekât ancak “şehit” cenazeleri geldiğinde haber oluyor. Ölüm, “şehitlik” askerliğin fıtratında vardır. Vardır ama başından başarısız olacağı belli olan bir harekât neden yapılır? Sırf Erdoğan zevahiri kurtarsın diye, halka gözdağı versin, sokağa çıkması engellensin diye. Kötüye giden iç gelişmelerden halkın dikkatini dış gelişmelere çeksin diye. Ölenler onun umurunda değildir.

Erdoğan’ın bu savaşına, Kürtlere saldırı politikasına, Kandil harekâtlarına son verdirmenin önümüzde bir olanağı vardır. Bir Eylül Dünya Barış Günü’nde güçlü bir şekilde sokaklara, meydanlara çıkmak, halkı korkutmak isteyen Erdoğan’ı korkutmak. HDP 15 Haziran’da startını verdiği demokrasi mücadelesinin ilk etabı 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde büyük bir gösteriyle sonuçlanacak. Tüm sol, devrimci, demokrat ve barışsever güçler şimdiden 1 Eylül 2020 Dünya Barış Günü’ne hazırlanmalıdır. 1 Eylül 2020 Türkiye halklarının Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için kesin irade beyan günü olmalıdır. Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için hükümeti tekrar barış masasına oturtmanın yolu, inatla meydanlara, sokaklara çıkmaktır, Kürtlerle eşit, özgür, özerk, demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamak istediğimizi beyan etmektir. Herkes biliyor ki, bu ülkede barış, özgürlük ve demokrasi Diyarbakır’dan geçer.

Baro başkanlarının direnişi

Erdoğan’ın baroları parçalamak, işlevsiz hale getirmek için hazırlattığı yeni bir yasayı protesto etmek için 60’a yakın ilin baro başkanları sokağa döküldü, 19 Haziran’da “Savunma yürüyor” diye Ankara’ya yürüyüşe geçtiler. Bir yanda HDP’nin yürüyüşleri, diğer yanda Boraların yürüyüşleri. Erdoğan için korkunç bir tablo. O, millet sokağa çıkmaya alışırsa bu işin sonu kötü olur diye kara kara düşünmeye başladı. HDP yürüyüşünde uygulattığı baskıları baro başkanlarını da uygulatma kararı verdi. Belki avukatlar küçük burjuvadır. Bu baskılara dayanamazlar, 200 metre yürüyerek Ankara’ya girmekten vazgeçerler diye düşündü.

Söz konusu olan 200 metre, bir atımlık yol, yürüsen ne olur, yürümesen ne olur? Ama işin özü 200 metre değildir. İşin özü yürüyerek Ankara’ya girmektir. Sınıf ve demokrasi mücadelesi böyle bir şeydir, bazen işte böyle bir noktada düğümlenir. Ya geri adım atar kaybedersin, ya direnir kazanırsın. Avukatlar Erdoğan’a karşı direnişi seçtiler. Polis karşılarına “zebani” gibi dikildi. “Yukarıdan emir var, yürüyemezsiniz” dedi ve Avukatları ablukaya aldı. Avukatlar da “yasaları bize öğretemezsin, Anayasa açık, ortada, yürüyeceğiz” dediler. Bekleme ve sinir harbi başladı. Buna sınıf savaşında “kim kimi” mücadelesi denir. Mücadeleyi Erdoğan mı kazanacak, avukatlar mı? Hükümet mi kazanacak, savunma mı? Zorbalık mı kazanacak hukuk mu? Diktatörlük mü, demokrasi mi?  Barikatın iki yanında durum böylesine açıktı!

Baro başkanları oturma eylemine geçti. “200 metreyi yürümeden buradan gitmeyeceğiz!” dediler. Bekleyiş başladı. Saatler geçiyor, baro başkanları kalkmıyor, hava yağışlı, yağmur altına inadına oturuyor, anayasal hakkımızı kullanacağız diyor. Ankara Belediye Başkanı sıcak çay ve çorba yolluyor. Polisler geri çeviriyor, yukardan emir var, verdirtmiyor. Akşam oluyor, Ankara Belediyesi çadır getiriyor, yağmurda ıslanmasınlar diye. Polis çadırları kurdurtmuyor, yukardan emir var. Gece oluyor, Ankara Belediyesi battaniye getiriyor, polis dağıttırmıyor, yukardan emir var, üşüsünler, hastalansınlar diye. Baro başkanları gitmiyor, Geceyi soğuk ve yağmur altında yolun ortasında geçiriyorlar. Bekleme 26 saat sürüyor. Araya girenler, çıkanlar oluyor, sonunda Erdoğan geri adım atmak zorunda kalıyor. Polis ablukası kalkıyor, baro başkanları 200 metre yürüyor, Ankara’ya giriyor, Sonra otobüslere binip Anıtkabir’e gidiyorlar ve orada eylemlerini sonlandırıyorlar. Sokağın zaferini kutluyorlar, direnen kazanır ve direnen yaşar diyorlar.

Önümüzde duran üç görev

Baro başkanlarının direnişi çok özgül bir durum olsa da, önemi başarının sokakta olacağını, ardıcıl, tutarlı ve bilinçli davranışın Erdoğan’a sokakta geri adım attırabileceğini, toplumdaki dayanışmanın direnişe güç verdiğini göstermesidir. Önümüzdeki gelişmeler yığınları sokaklara, meydanlara çıkmaya zorlamaktadır. Gündemde çok can alıcı sorunlar vardır. Birincisi kıdem tazminatlarının yağmalanmasına karşı işçilerin direnişi. Bir genel greve kadar gidebilecek olan bu direnişe kamuoyunu hazırlamalıyız, sendikalara güç vermeliyiz.

İkincisi HDP’nin açıkladığı 9 maddelik demokrasi mücadele programı. HDP önümüzdeki günlerde demokrasi mücadelesini hızlandıracak. Bu mücadelenin başarısı yalnız üste değil, tabanda demokratik ittifakı örmekle olur. Önümüzdeki dönem taban çalışmalarına ağırlık verip, işçi ve emekçi yığınları demokrasi mücadelesine kazanmalıyız, işçileri kıdem tazminatları için mücadelesini demokrasi mücadelesiyle, tüm demokrasi mücadelesini savaşa karşı barış mücadelesiyle birleştirmeliyiz.

Üçüncüsü 1 Eylül Dünya Barış Günü eylemi. HDP demokrasi eylemlerinin ilk etabının sonu 1 Eylül olacak. Artık Türkiye’de Bir Eylül genel olarak soyut savaşa karşı bir gün olarak değil, somut olarak Erdoğan’ın Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşa karşı bir barış günü olarak düzenlenmelidir. Kürt sorunu demokrasi temelinde çözülmeden Türkiye’de ve Orta Doğu’da barışın mümkün olmayacağı halklarımıza anlatılmalıdır. Bu üç alandaki mücadele birbiriyle grift olarak yürütülebilirse Erdoğan’ın da sonu daha yakın olacaktır.

Bir yanıt yazın