Haber / Yorum / Bildiri

Erdoğan Uluslararası Para Fonu IMF’ye gitmekten ve HDP’nin yürüyüşünden neden korkar?

Tufan YILMAZ

Borcu çeviremeyen hükümet İMF’ye muhtaçtır

TÜRKİYE büyük bir ekonomik sıkıntı içinde. Bu yıl ödenmesi gereken 170 milyar dolar borç var. Bunun nasıl döndürüleceği büyük bir sorun haline geldi. Bu yılın başında beliren ekonomik kriz, korona pandemisiyle birlikte iyice ağırlaştı. Korona pandemisiyle mücadele çerçevesinde ekonomik faaliyet, üretim, ticaret büyük ölçüde durdu. 1 milyon 600 bin kişi işini kaybetti. Yoksulluk çığ gibi büyüyor.  İhracat durdu, turizm durdu. Dolar 7,50 TL’ye fırladı. İhracat ve turizm Türkiye’ye en büyük döviz getiren ekonomik alanlardır. Türkiye’nin ihracatı aşağı yukarı 180 milyar dolar, turizm geliri de 35 milyar dolar civarında. Buna bir de yabancı sermaye yatırımını, sıcak para olarak gelen 12 milyar doları eklemek gerekir. Türkiye şimdiye kadar bu paralarla dış borçlarını “rahatlıkla” çevirebildi, Başur ve Rojova’da, İdlib ve Libya’da askeri operasyonları, savaşları finanse edebildi. Daraldığı zamanda yeni vergiler getirdi, soğandan patatese, sudan elektriğe, her şeye zam yaptı. Ekonomik krizin, savaşın yükünü vatandaşın, emekçilerin sırtına bindirebildi.

Ama şimdi özellikle korona ile birlikte bu durum tamamıyla değişti. Kriz yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada hissedilmeye başladı. ABD ve AB’de ekonomi açık bir durgunluk yaşıyor. Dünya ticareti, ihracat ve ithalat büyük ölçüde durmuş durumda. Bunun Türkiye’ye yansımaları çok ağır oluyor. İhracat geliri çok düştü. Turizm konusu da aynı şekilde muallâkta, nasıl gelişeceği belirsiz. AB henüz Türkiye’ye sınırı açmıyor. Avrupa’da normalleşme adımlarına rağmen halkta korona korkusu güncel ve yakıcı. Avrupalıların tatillerini dış ülkelerde geçirme eğilimi çok düşük. Bundan en çok mağdur olacak olan ülke ise yine Türkiye. Bunlara bir de Türkiye’ye yabancı sermayenin gelmeyişi ve olanların da kaçışı eklenince Türkiye bu yıl borçlarını döndüremeyecek duruma düşmektedir. Şu an acil yabancı paraya, dolara ihtiyaç çok büyük. Hazine tamtakırdır. Sıcak para girmezse geçmişte olduğu gibi Türkiye her zaman krize girer. Şimdi de büyük bir kriz kapıda.

Damat Maliye Bakan Albayrak para arayışında. Halkı, günlerce işte ABD ile, Japonya ile, İngiltere ile, Katar ile swap anlaşmasının son aşamasındayız gibi kuru vaatlerle oyalamaya çalıştı. Ama sonunda yalnız Katar’dan 10 Milyarlık bir takaslama anlaşması yapılabildi. Bu bile en azından kamuoyunu biraz rahatlattı. Ama sorun çözülmedi. ABD ve AB başta olmak üzere kimse Türkiye’ye para, kredi vermiyor. “Türkiye’de demokrasi olmadan, hukuk ve güçler ayrılığı işlemeden, Kürt sorununa barışçıl bir çözüm bulunmadan para vermeyiz, kredi açmayız, bir sorunun varsa İMF’ye git!” diyorlar. Erdoğan ise “bankalardan yüksek faizli krediler bulurum, yine de İMF’ye gitmem” diyor. Ama bankalar da kredi vermiyor, “önce İMF’ye git” diyor. Erdoğan’a bütün kapılar kapanıyor. İnsanın aklına Erdoğan İMF’ye gitmemek için acaba neden bu kadar diretiyor sorusu geliyor.

Türkiye gerçekten İMF’den para alan değil para veren ülke konumuna mı geçti?

Türkiye 1945’de kurulan İMF’ye 1947’de üye oldu ve 1958’de Menderes döneminde ilk borç, kredi alındı. Son borç taksiti Erdoğan başbakanken 14 Mayıs 2013’de ödendi ve İMF’ye olan borç bitti. İMF’li yılların sona erdiği ilan edildi. 2000’li yıllarda dünyadaki dolar bolluğu nedeniyle kolayca kredi bulabilen ve ihracatını geçmişe göre arttıran, enflasyonu düşüren, belli ölçüde mali disiplin sağlayan Türkiye’nin artık IMF’den borç almaya ihtiyacı yoktu. Hatta İMF’ye kredi bile açabileceğini ve İMF ile ilişkilerin yeni bir düzeye, kredi veren ülkeler düzeyine geldiğini ileri sürenler de vardı. İMF’ye borcu bitiren, Türkiye’nin İMF kapılarında borç “dilenen” ülke olmaktan çıkaran başbakan olarak tarihe geçmek isteyen Erdoğan son taksit ödenirken şöyle konuşuyordu:

“Rabbim inşallah bizlere o günleri tekrar yaşatmasın, Bizleri İMF önünde borç beklentisi içinde ülke konumuna düşürmesin!” Bu sözleriyle Türkiye’nin ihtiyacı olan borcu, ülke ve dünya piyasalarından düşük faiz oranları ile almak ve mali disiplin ile para politikalarını muhafaza etmek suretiyle, Türkiye’nin o günlere geri dönmesine asla mahal vermeyeceklerini belirtiyordu. O gün böyle konuşan, övünen Erdoğan’ın bugün İMF’ye gidip borç istemesi en azından karizmasına bir çizik attırması, kamuoyunda prestij kaybetmesi demekti. Sürekli seçmen tabanını kaybeden Erdoğan’ın toplumda ülkeyi tekrar İMF’ye muhtaç etmiş bir başkan konumuna düşmesi, onun daha çok saldırı hedefi haline gelmesi demektir ki, buna Erdoğan’ın şu an tahammülü yoktur. Ülkenin korona pandemisi nedeniyle iyice krize giren ekonomisine rağmen, krizi en azından dindirmek için acil olan dolar gereksinimini İMF’nin göreceli düşük faizli kredisiyle değil, pahalı swap ve özel banka kredileriyle geçiştirmeye kalkışmasının nedeni bir politik yenilgiye düşmüş olma izlenimini vermemek içindir.

Stand-by anlaşmaları

Ama ekonomik kriz karizma, prestij, kişisel hesap gibi sübjektif tavır ve tutumları dinlemez, gelince bunların hepsini çöpe atar ve insanı dolara, İMF’ye muhtaç eder. Bu bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde kapitalizmin objektif bir yasallığıdır. Kaldı ki, yabancı bankalar da İMF “ok!” demeden kredi vermezler. Çünkü İMF kredi alan ülkeye aldığı krediyi nasıl düzenli geri ödeyebileceğinin koşullarını dayatır ve yaratır. Bu koşullar stand-by denilen bir anlaşmayla o ülkeye dikte edilir. Bunlar o ülke için yutulması zor birer reçetedir. Bu reçeteler halkın günlük yaşamıyla, geliriyle, alışverişiyle yakından ilgili konulardır. Ülke İMF ile yatar, İMF ile kalkar duruma gelir. Geçmişte Türkiye bunları çok yaşadı.

İMF kredi açacağı ülkeye ilk iş olarak bütçe açığını kapatmasını, devlette gelir gider dengelerinin, mali disiplinin sağlanmasını, dış ticaret açığının kapatılmasını, devletin ve halkın kemer sıkmasını, israfa son verilmesini, tüketimin kısıtlanmasını, ihracatın artmasını, enflasyonla mücadele edilmesini şart koşar. Bunlar için varsa acilen devlet sektörünün özelleştirilmesini, devlet işletmelerinin, bankalarının satılmasını, serbest piyasa ekonomisinin güçlendirilmesini, ücretlerin düşürülmesini, sosyal yardımların kısıtlanmasını, yeni vergi ve zamların getirilmesini, en önemlisi serbest kur piyasasının uygulanmasını, paranın değerinin düşürülmesini, yani devalüasyonun ilan edilmesini talep eder. Bunlar tek tek stand-by denilen anlaşmaya yazılır. Hükümetler bu anlaşmayı uygulamayı taahhüt eder. Ama İMF atılan imzaya, verilen söze güvenmez. Anlaşmaya uyulup uyulmadığını belli aralıklarla denetler. Anlaşmasına göre bu kontroller üçer veya altışar ay şeklinde gerçekleşir. Bu denetim yetmezse İMF o ülkeye kendisinden veya Dünya Bankası’ndan o ülkeyle ilgilenen memurlarından birini ekonomiden sorumlu bakan olarak gönderir. O memur bakan ülkenin ekonomik yönetimini teslim alır. “Astığı astık, kestiği kestiktir.” Bazen sık sık İMF’nin o ülke masa şefi teftişe gelir. Bütün bakanlar o teftişte o şefin karşısında el pençe divan dururlar. İMF şefi talimatlar yağdırır, bakanlar da boynunu büker. Bu o kadar aşağılayıcı, onur kırıcı bir tablodur ki, o ülkenin yurtseverlerini, demokratlarını, devrimcilerini feryat ettirir. Geçmişte Türkiye bu onursuzluğun en çok yaşandığı ülkelerden biri olmuştur.

Türkiye İMF ilişkileri. Darbeler ve seçimler

Türkiye İMF’den ilk borcu aldığı 1958 senesinden son taksiti ödediği 2013 senesine kadar İMF ile 19 stand-by anlaşması yapmış, İMF’den 45,5 milyar dolar borç almış ve 52,7 milyar dolar geri ödemiştir. Her stand-by anlaşmasının kendisine özgü bir öyküsü vardır. Bu anlaşmalar öncesinde veya sonrasında Türk Lirasında % 200’lere varan devalüasyonlar yapılmış, bunun sonucu askeri veya sivil darbeler gerçekleşmiştir. Hükümetler İMF’den gelen memur bakanın oyuncakları haline gelmiştir. Ülkenin esas hükümranı İMF olmuştur.

Daha 1947’de İMF’ye üye olurken o zamanki CHP-İnönü Hükümeti Türk Lirasını % 115 devalüe etmiş, ama arkasından 1950’de yapılan seçimleri kaybetmiş ve iktidarı Menderes’e, Demokrat Parti’ye devretmek zorunda kalmıştır. Menderes 1958’de İMF ile ilk krediyi alırken Türk Lirasını %230 oranında devalüe etmek zorunda kalmıştır. Kötüleşen ekonomik ortamda halktan gelen büyük tepki karşısında ordu 27 Mayıs 1960’da darbe yapmış, Menderes’i devirmiş ve sonunda idam etmiştir. 1970’de ödemeler dengesini sağlayamayan Demirel İMF’ye muhtaç olmuş, Türk Lirasını %60 oranında devalüe etmiştir, toplumda yükselen antiemperyalist, demokratik 68 öğrenci ve gençlik hareketini bastırmakta çaresiz kalmıştır. Bu durumda ordu 12 Mart 1971’de darbe yapıp Demirel’i iktidardan düşürmüştür. Ama yapılan darbe ekonomiyi düze çıkaramamıştır. Bunun üzerine İMF duruma bilfiil müdahale etmiş, o zaman Dünya Bankası’nda uzman olarak çalışan Atilla Karaosmanoğlu’nu alınan kararların ardıcıl uygulanmasını sağlamak için kurulan cunta hükümetine ekonomiden sorumlu bakan olarak göndermiştir. Bir yandan Denizler, Çayanlar katledilirken, ülkede terör estirilirken, diğer yandan da Karaosmanoğlu ekonomiyi düze çıkarmak için halkın ensesine binmiş, zam üstüne zam, vergi üstüne vergi getirmeye başlamıştır. Halkta kemer sıkacak güç kalmamıştı.

Bu koşullarda yapılan 1973 seçimlerinde Ecevit iktidara geldi. Ecevit Avrupa’dan aldığı cüzi yardımlarla ve Avrupa’da çalışan işçilerin gönderdiği havalelerle ödemeler dengesini kurmaya çalıştı, İMF’ye gitmedi, çünkü 1974 Kıbrıs çıkartmasıyla ABD Türkiye’ye mali ve askeri ambargo uyguladı. Ülkede karaborsa, pahalılık, yokluk aldı başını gitti. Bunun üzerine Ecevit de gitti. Demirel MHP ve MSP (AKP’nin çıktığı parti) ile Milliyetçi Cephe Hükümeti kurdu. Yeniden İMF’ye gitti, 1977’de yeni bir stand-by anlaşması imzaladı, Türk Lirasını devalüe etti, 1 dolar 35 lira oldu. Bu nedenle 1978’de yapılan yerel seçimleri Demirel kaybetti, İstanbul, Ankara, İzmir ve daha birçok şehrin belediye başkanlıklarını Ecevit, CHP kazandı. Bunun sonucu Ecevit büyük bir “umutla” iktidara geldi. İMF’ye gitmeyeceğini, İMF ile anlaşma yapmayacağını ilan etti. Çünkü İMF Türkiye’nin planlı kalkınmasına ve sanayileşmesine karşı idi. Bunlardan vazgeçilmesini, ihracata yönelik hafif sanayiye yönelinmesini ve bunun için paranın sürekli devalüe edilmesini, Türkiye’nin Avrupa’nın bakkal ve manavı olmasını istiyordu. Ecevit ise bunları reddediyordu. Ama dayanamadı. Ödemeler dengesini sağlayamadı. Ekonomik zorluklar karşısında İMF’ye boyun eğmek, İMF’nin ağır koşullarını kabul etmek zorunda kaldı. Bunun bedelini ara seçimleri kaybederek ödedi. İktidara yeniden Milliyetçi Cephe Hükümetiyle Demirel geldi.

12 Eylül askeri darbesi. Karanlıktaki Türkiye

Hükümet değişti, ama İMF ve Dünya Bankası yine de kredi vermiyordu. Ülke “70 cente muhtaç kaldı”. Bu kez İMF’nin koşulları çok ağırdı. Tüm kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesini, ithal ikamesinin kaldırılmasını, para kurunun serbest bırakılmasını, karma ekonomiyi terk edip neoliberal ekonomiye geçilmesini, bunun için acil kararlar alınmasını, bir program yapılmasını dayatıyordu. Demirel böyle bir program yapmaya cüret edemedi. Bunun üzerine İMF’nin dayatmasıyla Demirel uzun yıllar Dünya Bankası’nda müşavir olarak çalışmış ve o an MESS-Metal İşverenleri Sendikası Başkanı olan Özal’ı Başbakanlık Müsteşarı yaptı ve İMF ile görüşmeleri yürütmekle görevlendirdi. Bu görüşmeler sonunda Özal İMF ile tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçecek olan anlaşmayı yaptı. Demirel anlaşmayı imzaladı ama uygulayamadı. 1 dolar bir sene içinde 35 liradan 45, sonrada 70 liraya yükseldi. Halktan büyük tepki geldi. Kararlara yükselen devrimci işçi hareketi ve tüm muhalefet karşı çıktı. Bunun üzerine ABD orduyu göreve çağırdı. Ordu 12 Eylül 1980’de darbe yaptı. Demirel hükümetini devirdi, parlamentoyu dağıttı, tüm muhalefeti yasakladı, tutuklattı. Ülkede faşist bir terör estirmeye başladı. Türkiye bugüne kadar gelen karanlık bir döneme girdi. Ülkenin ekonomisi Özal’a teslim edildi. Özal önce başbakan yardımcısı, sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yabancı tekellerin talanına açtı, neoliberal ekonomiyi yerleştirdi.

Hiper enflasyonlar dönemi

Bundan sonra Türkiye tamamen İMF’nin, Dünya Bankası’nın kontrolüne girdi. Yabancı tekellere açılan ve devlet işletmelerini özelleştiren Türkiye’ye yabancı sermaye girmeye başladı, 1994’e kadar İMF’nin kapısını çalmaya gerek kalmadı. Ama Türkiye yine ödemeler dengesini tutturamadı ve tutturmasına da imkân yoktu. Çünkü Türkiye ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen bir ülkedir. Bu nedenle dış ticaret açığı sürekli yükselir, ödemeler dengesi ve bütçesi sürekli bozulur. Bunun sonucu zamdır, enflasyondur, devalüasyondur. Ekonominin bozulması, yeniden İMF’ye muhtaç olmasıdır. 1994’de Türkiye büyük bir ekonomik krizin içine girdi. Ekonomik dengeler altüst oldu. Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiler başbakandır. Türkiye İMF’nin kapısını çaldı. Yeni bir stand-by anlaşması yapıldı. 5 Nisan Kararları olarak tarihe geçen bu anlaşma ile İMF’den 1 milyar dolar kredi sağlandı. Bunun karşılığında Türk Lirası %39 oranında devalüe edildi, TEKEL ürünlerine büyük zamlar yapıldı, akaryakıt vergileri %10’dan %25’e çıkarıldı. Tüm bu önlemlere rağmen Türkiye’nin iki yakası bir araya gelmedi. Enflasyon aldı başını gitti. Hiper enflasyon dönemine girdi. Yıllık enflasyonlar %70-80’lerde, hatta %100’lerde dolaşmaya başladı. Bir ara %120’leri gördü. Yurtdışındaki işçilere dövizlerini Türkiye’ye yatırmaları durumunda kendilerine döviz üzerinden %20 faiz vaat edildi. Yabancı sermayeye ise %35’lere varan faizler vaat edildi ve getirenlere gerçekten bu faizler verildi. Türkiye günü birlik yaşıyordu. Bu yüksek faize hangi ekonomi, hangi ülke dayanabilirdi ki! Bu ülke ancak çöker. İşte Türkiye 1999 senesinde kendisini böylesine büyük bir kriz içine buldu. Erken seçime gidildi.

Seçimden sonra kendisine sol diyen Ecevit, faşist MHP lideri Bahçeli ile hükümet kurdu. Burjuva politikası böyle bir şey. Hele İMF olmayanı oldurur. Hükümet kuruldu ama sorunların üstesinden gelemedi. İMF’nin her dediği yapıldı. Nihayetinde “veren el alan elden üstündü.” Ama bir şey değişmedi. 21 Şubat 2001 Çarşamba günü Başbakan Ecevit’le Cumhurbaşkanı Sezer arasında, yolsuzlukları inceletmek için Devlet Denetleme Kurulu’nun harekete geçmesi yüzünden çıkan “kavga” nedeniyle bir gecede faizler %7500’e fırladı. (Doğru okudunuz 7500). Borsa %20, Türk Lirası %40 değer kaybetti. Milletin beli büküldü. 94 bin 500 işyeri kapısına kilit vurdu, 1 milyon işçi işsiz kaldı. O gün “Kara Çarşamba” olarak tarihe geçti. Ülke tam bir darboğaza girdi. Türkiye kendi sorunlarının üstesinden gelemeyen, kendi sorunlarını çözemeyen bir ülke durumuna düştü. Yine İMF’ye gitti.  İMF bu kez kendi koşullarının ardıcıl uygulanması için Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’i Türkiye’ye gönderdi. 1 Mart 2001’de Türkiye’ye gelen Derviş hemen ekonomiden sorumlu süper bakan olarak hükümete girdi. Ekonominin “patronu” oldu ve ekonomiyi krizden kurtarmak için bir program hazırlamaya başladı. Derviş’in 2001 Mayıs’ında açıkladığı programın adı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” idi. Programın açıklanmasıyla İMF ve Dünya Bankası’nda krediler akmaya başladı. Daha önce siyasi maliyetleri yüzünden atılamayan adımlar, Meclis’ten geçirilemeyen yasalar peş peşe çıkmaya başladı. Bu yasalara “Derviş Kanunları” dendi.  Program 6 ayda etkisini gösterdi, orta vadeli bir ekonomik istikrar yakalandı, ihracat %13 artı, turizm gelirleri yükseldi, dış ticaret açığı, cari açık azaldı. Şubat 2002’de İMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalandı. Özelleştirmeler, neoliberal ekonomik uygulamalara hız verildi. Derviş, Bahçeli ile fikir ayrılığına düştü, görevinden istifa etti. Yine İMF anlaşmasının yükü emekçilerin sırtına bindirildi. Halk Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerde hükümeti devirdi, AKP’yi, Erdoğan’ı iktidara getirdi. Ecevit’in defterini dürdü. Ecevit’in defterinin dürülmesinin bir başka nedeni de, II. Körfez Savaşında ABD’yi değil Saddam’ı desteklemiş olmasıdır. AKP ise daha başından savaşta ABD’nin yanında yer alacağını açıklamıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’nin bugüne kadar süren, içinden çıkılmaz Orta Doğu serüveni de başlamış oluyordu.

İMF’ye gitmek Erdoğan için intihar

Enflasyondan, Develüasyondan, dış borçtan, İMF’den bıkmış olan halk için AKP bir alternatif olarak gözüktü. Erdoğan’da Derviş’in hazırladığı ekonomik altyapıya dayanarak, Avrupa’dan bol miktarda kredi sağladı, ekonomik ilişkilerde İMF’yi devre dışı bıraktı. Türkiye İMF’siz yeni bir döneme girmeye başladı. Erdoğan’ın geniş yığınların desteğini kazanmasında Türkiye’yi İMF’den “kurtarmış” olmasının büyük rolü olmuştur. Yukarıda anlatılan onur kırıcı olaylar artık yaşanmaz olmuştur. İşte Erdoğan’ın İMF’ye gitmek istememesinin esas nedeni burada yatmaktadır. İMF’ye gitmek demek, İMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapmak demek. İMF’ye gitmek demek, Damadın yerine ekonominin yönetimini İMF veya Dünya Bankası’ndan gelecek ve bakan olacak bir memura devredilmesi demek. İMF’ye gitmek demek, istediğin gibi harcamalara, israfa, ihalelere, ihalelerden nemalanmaya son vermek demek. İMF’ye gitmek demek, yeni enflasyon, zam ve vergiler demek, Türk Lirasının değerinin düşürülmesi, yani devalüasyon demek. Kendi başına karar vermeye, israfa, ihaleye alışmış Erdoğan için İMF’ye gitmek demek intihar etmek demektir.

Şimdiye kadar İMF ile imzalanan bir anlaşmadan ve bu anlaşmanın uygulanmasından sonra hiçbir hükümet iktidarda kalamamıştır, ya darbeyle ya seçimle gitmiştir. Erdoğan İMF’ye gittiği takdirde bunun sonunu çok iyi bilmektedir. Ya bir darbeyle gidecek ya da bir seçimle. Bu nedenle Erdoğan’ın seçim ve darbe konularını sürekli gündemde tutması boşuna değildir. Seçimi gündeme getirerek milleti 2023 seçimine kadar oyalamak istemektedir. Şu an onun bir erken seçime gitmeyeceğini herkes bilmektedir. Ama darbeler öyle değildir. Önce darbe denince yalnız askeri müdahaleler anlaşılmamalıdır. Halkın sokaklara çıkması, ayaklanması da bir darbe gibi işlev görebilir, hükümetin gitmesine neden olabilir. Günümüzde birçok hükümet sokak baskısına dayanamayarak istifa etmektedir. Onun için Erdoğan halkın sokağa çıkmasından şeytanın Allah’tan korktuğu gibi korkmaktadır.

HDP’nin Edirne’den ve Hakkâri’den yürüyüşlerini destekleyelim

Ama Türkiye sokağa çıkmaya hazırlanmaktadır. HDP önümüzdeki günlerde iki koldan, Hakkâri ve Edirne’den yürüyüşe geçeceğini bildirdi. Tüm demokratik güçleri “hep birlikte” yürüyüşü desteklemeye çağırdı. Sokağa çıkmadan ülkeye demokrasinin gelmeyeceği, Erdoğan’ın gitmeyeceği geniş yığınlar tarafından daha çok anlaşılmaya başlandı. Erdoğan’ın HDP’nin Ankara’ya yapacağı yürüyüşü CHP’lilerin ve diğer parti ve demokratik kuruluşların desteklemesinden korkmasının nedeni budur. Halk sokağa çıkmaya alıştı mı, önü alınamaz, ne yapacağı belli olmaz. Bunun için Erdoğan sürekli CHP’lilerle HDP’nin arasını açmaya, HDP’yi bir Türkiye partisi değil de, PKK’ya bağlı bir parti gibi göstermeye, Kürtlerle Türklerin arasına düşmanlık tohumları ekmeye kalkışmaktadır. Ama bu antikürt propagandası bu kez tutmayacak, zira Türkler Erdoğan’ın niyetini okumaya başlamışlardır. Çünkü O ancak yarattığı Kürt düşmanlığı, körüklediği milliyetçilik ve ırkçılıkla iktidarda kalabilmektedir. Şimdi HDP yürüyüşlerine yığınsal katılarak Erdoğan’ın oyunlarını bozalım. Yürüyüşe güçlü destek Erdoğan’ın yenilgisi, demokrasinin bir zaferi olacaktır. Burada görev başta komünistlere, solculara, Türk aydın ve devrimci demokratlarına düşmektedir. HDP’nin eyleminin başarılı geçmesi için herkes seferber olmalıdır. Eğer 2023’ü beklemeden Türkiye halkları Erdoğan’dan, O’nun faşizan tek adam rejiminden kurtulmak, demokrasiye, barışa, özgürlüğe kavuşmak istiyorsa “hep birlikte” sokağa çıkmalıdır. “Hep birlikte” Erdoğan’ın faşizan uygulamalarını, Kürtlere karşı yürütülen savaşı, Suriye’ye, Libya’ya müdahaleleri, işsizliği, zamları, yoksulluğu protesto etmeli, demokrasiyi, hukuku, güçler ayrılığını, fikir ve gösteri özgürlüğünü savunmalı, tüm siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep etmelidir. Ülkenin tekrar İMF’ye muhtaç olmayacağı yolun, tüketen değil üreten bir ülke olmaktan, israfa, yağma ve talana son vererekten, kendi öz kaynaklarıyla kalkınabilecek bir ülke olduğunu göstermekten, bunun planını yapmaktan geçtiğini halka göstermek gerekmektedir. Yığınları böyle yeni bir vizyonla harekete geçirmenin zamanıdır. Zamanı kaçırtmayalım. Zira Erdoğan kendini kurtarmak, iktidarı kaybetmemek için İMF’ye de gider, ABD’nin her dediğini de yapar. ABD hâlâ Erdoğan’ı gözden çıkarmış değildir. O hâlâ Trump’dan güçlü destek görmektedir. Ancak güçlü bir halk hareketi bu desteği kırabilir, Erdoğan iktidarının sonunu getirebilir. Hep birlikte HDP yürüyüşlerinde buluşalım.

Bir yanıt yazın