Haber / Yorum / Bildiri

Büyük aşkın ihanetinin intikamı da büyük olur. İstanbul, aşkına ihanet edenlerden intikamını alır! (Bölüm: III)

Savaş YENER

(Bölüm: III)

Sol ve demokratik güçler Köprülere baştan karşı çıktı, çünkü bunlar İstanbul’a ihanetti

İSTANBULa Boğaz’a köprü yapmak başta Erdoğan olmak üzere Demirel’in ve Özal’ın, yani tüm sağ iktidarların hedefi olmuştur. Çünkü köprü, inşaat rant demektir. İktidarların yandaşlarını zenginleştirme, ülkenin kıt ve dar kaynaklarını talan ve yağma etmenin aracıdır. Sol ve demokratik güçler de sürekli İstanbul’a köprü yapımına karşı çıkmışlardır. Zira İstanbul’a Boğaz’a köprü, yalnız ülkenin kıt kaynaklarını betona yatırmakla, gömmekle kalmıyor, aynı zamanda, bilim insanlarına göre, Anadolu’dan İstanbul’a göçü artırıyor, güzelim İstanbul’u yaşanmaz bir şehre dönüştürebiliyor. Daha o zaman bilim insanları, ilk köprü yapılırsa bundan sonra her 10 senede bir İstanbul’a bir köprü yapmak gerekeceğini belirtiyorlardı. Onlara göre her köprü İstanbul nüfusunun en az 5 milyon artması demekti. İstanbul böyle bir nüfus artışını kaldırmazdı. Nitekim öyle de oldu: İstanbul’un nüfusu 50’li yılların ortasında 1,5 milyon, 60 yılların sonunda 2 milyondu. 1973’de ilk köprü tamamlandığında 2,5 milyon, 1988 de ikinci köprü tamalandığında 6,5 milyon, 2016’da üçüncü köprü tamamlandığında 15 milyondu. Bu hızlı artışa bir de tünel ve Marmara-Ray’ın etkisini eklemek gerekir. İstanbul’un nüfusunu stabil tutmak Anadolu’dan göçü durdurmakla mümkündü. Bu ise Anadolu’ya yatırım yapmayı, iş sahası açmayı, halkın yaşam seviyesini yükseltmeyi gerektiriyordu ve hâlâ gerektirmektedir.

 60’lı yılların sonunda o zaman başbakan olan Demirel Boğaz’a köprü yapacağım, Avrupa ile Asya’yı birleştireceğim diye tutturmuştu. İstanbul’da Boğaz’a köprü demek ülkenin varolan, kıt olan tüm kaynaklarını köprüye yatırmak demekti. Oysa Anadolu yatırım bekliyordu. Anadolu’da ne yol, ne köprü, ne hastahane, ne fabrika vardı. Halk yoksul ve sefildi. Anadolu’nun köprüsüz azgın sularını geçebilmek için her sene 100’lerce insan bu sularda boğuluyordu. Bu sulardan biri de Hakkâri Şavata’dan geçen Zap Suyu idi. Şavata köylülerinin Zap Suyu’nu geçebilmek için başlarına gelenler şair Şemsi Belli tarafından o dönem dillendirilmişti. 68 gençliği, Denizler, Çayanlar, Harun Karadeniz, Demirtaş Ceyhunlar Boğaza değil, Zap Suyu’na köprü yapmak gerekir diye büyük bir kampanya başlattılar. Demirel ise Boğaz’a köprü diye tutturmaya devam etti. Temelini atıp köprü inşaatını başlattı. Bunun üzerine İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden ve diğer üniversitelerden bir grup genç de 1969 yılında kalkıp Şavata’ya gittiler, Zap Suyu’na bir köprü yaptılar. Artık Zap Suyu Şavata’lıların canını alamıyordu. Köylüler köprünün üstünden, Zap Suyu da altından deli deli akıp gitti. Şavata’lılar bu köprüye 68 Hareketinin ölümsüz lideri Deniz Gezmiş’in ismini koydular: ”Deniz Gezmiş Köprüsü” dediler. Halk bu köprüyü 5 sene öncesine kadar kullandı. Sonra Erdoğan, bu köprüyü “PKK’lılar kullanıyor” diye yıktırttı. Köprü bu, üstünden PKK’lı da, AKP’li de, Türk de, Kürt de geçer. Ama Erdoğan’a göre PKK’lılar geçiyorsa yıkmak gerekir. O yıktırsın. Demokratik Türkiye’de bu köprü yeniden yapılacak ve Denizlerin anısı yaşatılacaktır.

“Deli Dumrul Köprüleri” ve İstanbul’a ihanet

Demirel’in Boğaz Köprüsü 1973’de tamamlandı. İstanbul’un nüfusu sürekli arttı. Köprülerin ikincisi, üçüncüsü, onlar da yetmeyince tünel, Marmara-Ray gerekli oldu. Onlar da yetmedi, Körfez’e de bir köprü yapıldı. Şimdi de Çanakkale Boğazı’na yapılacak. Kanal İstanbul da cabası. Burada sorun, bu köprüler yapılıyor, ama bunların “ceremesini” kimin çekeceği idi. Yalnız geçenler mi, yoksa tüm halk mı, devlet mi? Sol güçlere göre “ceremeyi” yalnız köprüden geçenler değil, geçmeyenler de, yani geçen de, geçmeyen de, tüm halk birlikte çekecekti. Geçmeyenler de köprü parası ödeyecekti. Bu nedenle sol güçler daha birinci köprü yapılırken bu köprüye “Deli Dumrul Köprüsü” dediler. Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar anlatılan efsane odur ki, Deli Dumrul denen bir zebani köprünün başını tutmuş geçenden 5, geçmeyenden 10 akçe alıyormuş. İstanbul ve civarına yapılan köprüler de böyle: Geçenden 5, geçmeyenden 10 akçe alınmaktadır. Çünkü devletin, Erdoğan’ın garanti ettiği geçiş sayısı asla yakalanamıyor. Farkı halkın cebinden devlet, Erdoğan ödüyor. 1970’lerde Boğaz Köprüsü’ne sol güçler “Deli Dumrul Körpüsü” dediklerinde bu tam ortaya çıkmıyordu. Ama Erdoğan’ın yaptığı köprülerle bu özellik tam olarak ortaya çıktı. Artık herkes, yandaş medya bile bu köprülerin, yalnız köprülerin değil Erdoğan’ın yaptığı tüm işlerin “Deli Dumrul Köprüsü”  gibi olduğunu söylemeye ve görmeye başladılar.

Erdoğan köprüler, hastaneler, havalimanları, hatta Kanal İstanbul gibi tüm yatırımları, projeleri yabancı ve yerli sermaye bularak “yap-işlet-devret” yöntemiyle hayata geçirdi. Sözde bu işler, projeler milletin cebinden, yani bütçeden ve hazineden 5 kuruş çıkmadan gerçekleşti. Doğru, gerçekleşti ama işletmecilere garanti verildi. Bu köprüden şu kadar araba, yolcu geçecek, geçmezse farkı hazine, yani millet, yani geçmeyenler ödeyecek. Havalimanından şu kadar yolcu uçacak, uçmazsa farkı yine hazine, yani millet, yani uçmayanlar ödeyecek, Hastanelerde şu kadar hasta tedavi olacak, olmazsa farkı yine hazine, yani millet, yani tedaviye gitmeyenler ödeyecek. Ne tatlı iş değil mi? Sanki günümüzde bir “Deli Dumrul” zalimlikle tutmuş suyun başını geçenden 5, geçmeyenden 10 akçe almaktadır. Erdoğan ise yapmış patronlarla “Londra tahkimli” mukaveleleri, onlar adına geçenden, uçandan, tedavi olandan 5 akçe almakta, geçmeyen, uçmayan ve tedavi olmayanların adına da hazineden 10’ar akçe ödemektedir.

Bu işleyişe somut bir örnek olarak Kanal İstanbul’a düşünülen finansmanı verelim. Erdoğan Kanal İstanbul’un gerekliliğini her ağzını açtığında artan Boğaz trafiği ile gerekçelendirir. Oysa son yıllarda Boğazdan geçen gemi sayısı azalmaktadır. Bu normaldir, zira gemilerin tonajı artmaktadır. 2007 senesinde Boğazdan 56 bin 606 gemi geçmiştir. Bu en yüksek sayıdır. Bundan sonra geçen gemi sayısı sürekli azaldı, 2011’de 50 binin altına düştü ve 2020 senesinde 38 bin 404 oldu. Yani sayı düşmekte, trafikte yoğunluk azalmakta. Yani Boğaz’dan geçecek gemi sayısının artması mümkün değil. Durum böyleyken, Erdoğan ise uluslararası Londra tahkim huzurunda Kanal İstanbul’dan 2026 yılında, yani onun hesabına göre Kanal tamamlandığında, geçecek gemi sayısını 54 bin 927 ve 2039 yılı içinde 68 bin olarak garanti etmektedir. Yani şu an Boğaz’dan geçen 38 bin geminin tamamı Kanal İstanbul’a yönlendirilse bile garanti edilen 54 bin sayısı asla yakalanamamaktadır. Bu ne demektir? Bu “yap-işlet-devret” şirketine aradaki 16 bin gemi geçiş ücretini hazineden, milletin cebinden ödemek demektir. Bu fark 2039’da 30 bin olacaktır. Al, bir “Deli Dumrul” işi daha. Aynı sorun Orhangazi Köprüsü, yapılacak Çanakkale Köprüsü, otoyollar, Şehir Hastaneleri için de geçerlidir. Buralarda garanti edilen yüksek sayılar nedeniyle halkın cebinden her yıl patronlara milyarlar aktarılmaktadır. Hem de dolar bazında bu ödemeler için önümüzdeki yıllarda da yandaşlara çok paralar aktarılacaktır. Böyle bir ülke ne kalkınır ne de halkı huzur ve refaha ulaşır. Sürünür ve umutlar peşinde sürüklenir. Buna dur demenin zamanı çoktan gelmiştir.

İhanetin bir açık itirafı daha: “Söke söke” ödetmek

Sayılar bu kadar açıkken artık yerli ve yabancı firmalar, Montrö’den kaynaklanan politik nedenlerin yanı sıra, finansman nedeniyle de Kanal İstanbul yapımına sıcak bakmıyorlar. Zira bir iktidar değişikliğinde yeni hükümet hazineden bu farkları ödemeyebilir. Tahkim anlaşmalarına göre mukaveleler yapılırken rakamlarda bir hile ve yolsuzluğun olmaması gerekmektedir. Burada ise “yolsuzluk” apaçık ortada. Boğaz’dan geçen gemi sayısı azalırken Kanal’dan geçen gemi sayısı nasıl artacak? Bu verilere dayanarak Kılıçdaroğlu yatırımcıları uyardı ve Kanal İstanbul için harcanacak paraların ödenmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Erdoğan Kılıçdaroğlu’na “Bu ne terbiyesizlik… Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar. Bunları da öğren. Bunlar tam manasıyla çaylak”diye hakarete varan sözler sarfetti. Sürekli “yerli ve milli” olmaktan söz eden Erdoğan bu söylemle yabancıların konumunu savunan bir sömürge valisi gibi konuşmuştur. Ülkeyi değil, yabancıları savunmuştur. Böylece Erdoğan gerçek yüzünü de ortaya koymuş oldu. Onun “yerli ve milli” dediği paradır. Ülkeyi paraya çevirebildiği sürece Erdoğan “yerli ve milli”dir.

Ama Erdoğan da bilmeli ki, onun da öğrenmesi gereken şeyler vardır. Olgular çarpıtılarak yapılan mukavelelerin parasının “söke söke tahkim yoluyla” alınması mümkün değildir. Şu an yapılan, sözde uzmanlara yaptırılan fizibilite temelde bir sahtekârlıktır. Fizibiliteler, sayılar Erdoğan’ın, dolayısıyla yandaş şirketlerin istediği gibi ayarlanmaktadır. Bilim insanları tüm bunların sahte verilere dayandığını, kamuya büyük zararlar vereceğini açıklamaktadırlar, bilimsel araştırmalar yayınlamaktadırlar. Bu koşullarda tahkim “söke söke” hazineden para talep edememektedir. Ama bu paralar tahkim yoluyla “söke söke” Erdoğan’ın kendisinden talep edile bilebilecektir. Erdoğan devletin hazinesini babasını çiftliği sanmakta, bol keseden para dağıtmaktadır. Ancak tüm halkın hakkı olan bu paraların hesabı kendisinden sorulacaktır.

Artık Erdoğan’ın projeleri için yalnız yatırımcılar gelmiyor, yatırım yapmış olanlar da bir iktidar değişikliğinde tahkim yoluyla “söke söke” para alamayacaklarını tahmin ettiklerinden kaçışa geçmişlerdir. Özellikle yerli yatırımcılar devlet ödeme garantisiyle yaptıkları işletmeleri yabancılara satmaya başladılar. Bunun son örneği Erdoğan’ın “hayallerim” dediği Şehir hastanelerinden Rönesans Holding’e ait olan Şehir Hastanelerinin Danimarkalı ISS şirketine satılmış olmasıdır. Böylece Rönesans Holding kendince tahkim sorunlarından kurtulmuş oldu ve gelecek hükümetlerin tahkim konusunda bir yabancı şirketle uğraşamayacağından hareket etti. Ama yanılıyor. Yapılan yolsuzlukların sorumluluğu onlar için de geçerli. Şehir Hastanelerindeki yolsuzluğun boyutuna bir örnek bu yıl için devlet bütçesinden Şehir Hastaneleri için ayrılan paradır. Bu miktar 16 milyar 392 milyon liradır, yani 2 milyar dolardır. Bu demektir ki, bu yıl “Deli Dumrul” iyi zengin olacak, halkı iyi soyacak. Bu her yıl böyle tekrar edecek. Rönesans Holding’in Danimarkalı İSS şirketine sattığı haklar arasında “25 yıllık imtiyaz ve dövize endeksli hazine garantileri” de bulunmaktadır. Bu nasıl bir yağma, bu nasıl bir vurgun, bu nasıl bir ihanettir. Bu sayılar ağzından “yerli ve milli” sözlerini düşürmeyen Erdoğan’ın gerçek yüzünün ne olduğunu bir kez daha göstermektedir. Yalnız Rönesans Holding değil, otoyol, köprü, havalimanı yapan yerli holdingler de Londra tahkim sorunundan kurtulmak için, işletmelerini satacak yabancı şirketler aramaktadırlar. Boşuna uğraşmasınlar. Yabancı şirketlerden de “tüyü bitmemiş yetimin hakkı “söke söke” alınacaktır. Erdoğan dâhil tüm holdingler halka hesap vermekten, yağmaladıkları hazine paralarını döviz olarak geri ödemekten kurtulamayacaklardır.

İstanbul ihanetlerin intikamını almaya başlamıştır

Artık yıllardan beri ihanete uğrayan İstanbul yeter demekte, isyan etmektedir. Aşkına ihanet edenlerden intikam almaya başlamıştır. İstanbul bunun ilk örneğini yerel seçimlerde verdi. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Erdoğan’ın adayını seçmedi. İstanbullular Erdoğan’dan aşkım dediği İstanbul’a yaptığı ihanetlerin hesabını soruyor, intikamını alıyordu. Erdoğan ise bunu kabullenemiyordu. Elden giden aşk değil rant idi. Devlet gücüne dayanarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini yeniletti. Onun ihanetlerine “yeter” diyen İstanbul halkı 23 Haziran 2019’da tekrarlanan seçimde ona unutamayacağı bir ders verdi. Kelimenin tam anlamıyla yapılan “ihanetlerin“ intikamını aldı. 23 Haziran 2019 İstanbul Yerel Seçimlerinde İstanbul halkı Kürdü, Türkü, Alevisi, Hristiyanı Erdoğan’a karşı geniş bir ittifak gerçekleştirdi, Erdoğan’a oy yok dedi. Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı 800 bin oy farkıyla Erdoğan’dan, AKP’den alıp CHP’li İmamoğlu’na verdi. Birleşilince Erdoğan’ın yenilebileceğini, onun ihanetlerine son verilebileceğini gösterdi. Anahtarın tüm Erdoğan karşıtı güçlerin ortak ittifakı olduğunu gözler önüne serdi. Artık Erdoğan yenilebilirdi.

Yerel seçimlerde Erdoğan yalnız İstanbul’da değil tüm Türkiye çapında bir yenilgi aldı. Ama o hâlâ iktidarda. Onu iktidardan göndermek gerekmektedir. Bunun için İstanbul yerel seçimlerindeki gibi Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimine karşı geniş bir ittifakın oluşturulması şarttır. Maalesef bu ittifak Türk muhalefet güçlerinin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı önyargıları nedeniyle hayata geçirilememektedir. Bu durum ise Erdoğan’a yaramakta, onun iktidarının ömrünü uzatmaktadır. Muhalefet için Kürtlerin, HDP’nin desteklemediği bir seçimin kazanılamayacağı açık olmasına rağmen hâlâ Kürt sorunu konusunda açık bir tavır sergileyemiyorlar. Burada görev Türk devrimci ve demokratik güçlerine düşmektedir. Tabanda, yığınlar içinde yürütülecek bir kampanya ile Türk kesiminde şoven milliyetçilik kırılmalı, onlara Kürtlerle ve diğer halklarla eşit, özerk, özgür, demokratik ortak bir yaşamın zorunluluğu eylem içinde anlatılmalıdır. Tabanda bu başarıldıkça tavandakiler de ittifaka doğru adım atacaklardır. Aksi takdirde sürekli sözü edilen sandıkta Erdoğan’ı yenmek zordur. Erdoğan’ı önce yığın çalışmalarında, sokaklarda ve meydanlarda yenmek gerekecektir. Sandık ancak bu yenilginin sonu olabilir. Evet, İstanbul, aşkına ihanet edenlerden intikamını da büyük almaktadır. “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” diyen Erdoğan‘dır. İstanbul yerel seçimlerde Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Erdoğan’dan alarak ondan ilk intikamı aldı. Şimdi İstanbul’un önünde daha büyük bir intikam olan, siyasi iktidarı Türkiye çapında Erdoğan‘dan alma görevi durmaktadır. İktidar savaşımında; hem yığın çalışmalarında, hem sokak mücadelelerinde, hem sandıkta Erdoğan’ın ilk yenilmesi gereken yer İstanbul’dur. Tüm sol, demokratik ve devrimci güçler yerel faaliyetlerini aksatmadan, çalışmalarını öncelikle İstanbul’da yoğunlaştırmaları gerekmektedir. İstanbul Türkiye’nin kalbidir. İstanbul’da yenilen Erdoğan tüm Türkiye’de yenilecek demektir.

Bir yanıt yazın