Haber / Yorum / Bildiri

Deprem ve Türk Devleti’nin hassasiyetleri, sinir uçları (Bölüm: 1)

Bu ülkede Erdoğan’ı yenecek, demokrasiyi getirecek olan sol ve devrimci güçlerdir,

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlardır,

Depremzedelerin yardımına koşan gençler, kadın, çevre ve iklim aktivistleridir

Savaş YENER

TÜRK devleti birçok özgün hassasiyetleri, dokunulmayacak sinir uçları olan bir devlettir. Her devletin özgün hassasiyetleri vardır. Avrupa’daki burjuva devletlerinin de hassasiyetleri vardır. Bunlar daha çok sınıfsal hassasiyetlerdir, burjuvazi ile proletarya karşıtlığıdır.

Avrupa devletlerinin hassasiyeti sınıfsaldır, komünizmdir

Avrupa’da burjuva sınıfı işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla, demokrasi ve barışsever güçlerle, kadın, gençlik, çevre ve iklim hareketleriyle sürekli çatışma içindedir. İşçi sınıfı ve müttefikleri burjuva sınıfının iktidarını ve devletini yıkmak, onun insanı sömüren ve doğayı talan eden, demokrasiyi, barışı, insan hak ve özgürlüklerini sürekli tahrip eden, savaşı körükleyen kapitalist düzenini ortadan kaldırmak için burjuvazi ile sürekli savaş halindedir. Burjuva sınıfı da kendi sömürü, soygun ve talan, yağma düzenini korumak ve devam ettirmek için de işçi sınıfı ve müttefiklerine karşı sürekli bir saldırı ve savaş içindedir. Bu savaş bugün ekonomik, politik ve özellikle de ideolojik alanda kıyasıya gitmektedir.

Günümüzde burjuvazinin daha çok hassas olduğu alan ideolojik alandır, işçi sınıfı ve müttefiklerinin dünya görüşü ve anlayışlarıdır: Diyalektik ve tarihsel materyalizm, Marksizm-Leninizm, hümanizm, sosyalizm, komünizmdir, savaş karşıtlığı, gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakma anlayışı burjuvazinin hassas olduğu konulardır. 70 yıllık yaşanan reel sosyalizm nedeniyle komünizm onun sinir uçları olmuştur. Burjuvazinin kendi ideolojisi, dünya görüşleri: idealist felsefe, metafizik, eklektisizm, pozivitizm, liberal ve neoliberal bireysel girişimcilik, serbest pazar ve piyasa anlayışları ise toplum nezdinde sürekli itibar kaybetmektedir. Avrupa’da burjuvazi işçi sınıfı ve müttefiklerini ideolojik alanda yenebilmek için onlara karşı sürekli “şeker ve kamçı” politikası uygularlar.

Türk devletinin hassasiyetleri sınıfsal ve ulusaldır

Sınıfsal karakterli bu anlayışlar, çarpık da olsa bir burjuva kapitalist devleti olan Türk devletinin de hassasiyetleridir, sinir uçlarıdır. O her zaman sınıf ve devrimci mücadeleden korkmuş ve kendisine karşı yükselen işçi sınıfı ve devrimci güçlerin hareketini ancak 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri darbelerle ezebilmiştir. Ama Türk devletinin sınıfsal hassasiyetleri dışında başka önemli hassasiyetleri de vardır. Bunlar ulusal hassasiyetlerdir, onun kuruluş özgüllüklerinden olan bir Türk ulusu ve devleti yaratma hassasiyetlerdir. Türk ulusu ve devletine karşı yöneltilen her eleştiri ve saldırı onun hassasiyetlerine, sinir uçlarına yapılan saldırıdır. Zira Türk ulusu ve devleti egemen güçlerin Osmanlıdan arta kalan halklardan zorla suni olarak bir Türk ulusu ve Türk devleti yaratma arzu ve çabasıdır, bu nedenle de sürekli bir beka sorunu ile karşı karşıyadır. Bu da onu hassas yapmaktadır.

Avrupa’daki ulus devletler kapitalist gelişmeyle birlikte oluşmuşlar, yıllar süren savaşlarla hem gümrük sınırlarını belirlemişler, hem ulus, din ve mezhep sorunlarını çözmüşlerdir. Bu savaşlardan en bilineni 1618-1648 yılları arasındaki 30 yıl savaşlarıdır. 20. Yüzyılın başında çöken, çok halklı, çok dinli, çok mezhepli ve kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda ise bu sorunların hiçbiri çözülmeden duruyordu. Çarpık ve güçsüz de olsa gelişen egemenliği ele alan burjuvazi, kapitalizm bu sorunları barışçıl biçimde çözecek bir anlayışa sahip değildi. 1908’de iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki’den oluşan genç Türk burjuva temsilcilerinin, paşalarının önünde ne ve nasıl yapmalı sorunu duruyordu.

İlk ulusal hassasiyet Ermeni ve Pontus soykırımları

İttihat ve Terakki paşaları ancak Anadolu’nun Türklere vatan olabileceğini öngördü. Bunun için Anadolu’nun önce Hıristiyanlardan, Ermeni ve Rumlardan temizlenmesi gerektiğine ve sonra da Anadolu’da kalan tüm Müslüman halkların Türkleştirilmesine karar verdi. Daha sonra da bunun sınır olarak ifadesi Misak-ı Milli oldu. İttihat-Terakki döneminde Ermeni, Pontus-Rum ve Keldani soykırımlarıyla Anadolu Hıristiyanlardan temizlendi. Lozan’da Rumlar Balkanlardaki Türk ve Müslüman ahaliyle mübadele edildi. Daha kurulurken Türk devleti Hıristiyan Ermeni ve Rumları, diğer Hıristiyan halkları kendi güvenliği ve bekası için tehdit, düşman olarak algılamaya başladı. Ermeni, Rum ve diğer Hıristiyan halklar uygulanan soykırım Türk egemenlerinin ilk ulusal hassasiyetleri ve dokunulmaz sinir uçları oldu

İkinci ulusal hassasiyet Kürtler ve Aleviler, Türkleştirme ve Sünnileştirme

Cumhuriyet kurulurken artık Anadolu’da çoğunlukla Türk ve Müslüman halklar yaşıyordu. Şimdi sıra bu Müslüman halkların Türkleştirilmesine gelmişti. Bunun için uygulanan politikaya Türk-İslam sentezi dendi. Bu politikayla sayıca küçük Müslüman halkları, Lazları, Çerkezleri ve diğerlerini Türkleştirmek “kolay”, yani büyük bir katliama gidilmeden oldu. Ama sayıca çok büyük olan ve asimilasyonu kabul etmeyen iki grup bu politikaya şiddetle karşı çıktı: Kürtler ve Aleviler, özellikle Kürt Alevileri. Kürtler Türkleştirilmeyi, Aleviler de sünni müslümanlığı asla kabul etmediler. Onlar eşit, özgür, özerk yurttaş ve halk olarak varolmak, kendi inanç ve kültürlerini, dillerini ve kimliklerini özgürce yaşamak istediler. Ama devlet bunu kabul etmedi, buna müsaade etmedi. Kürtlere karşı bir inkâr ve imha politikası uygulanmaya başlandı ve onlara karşı savaş açtı.

Kürtler daha Cumhuriyet kurulmadan önce 1921’de Koçgiri’de Ankara’ya karşı ayaklandı. Cumhuriyet’in kuruluşunda kendilerine bir özerklik verilmeyeceği ortaya çıkınca da, kendi dilleri ve kimlikleri, özerklik hakları için isyana başladılar. Şeyh Sait, Ağrı, Dersim ve son olarak PKK ayaklanmaları bu isyanların en büyüğüdür. Türkleşmeye karşı çıkan Kürtler ve Sünni Müslümanlığı kabul etmeyen Aleviler Türk devletinin ikinci hassasiyeti, sinir uçları oldu. Bunlar Cumhuriyet’e ve Türk devletine karşı gelen, onu yıkacak, bölecek düşmanlar olarak görüldü ve halk böyle zehirlendi. Devlet kutsandı. Kutsal devleti yıkmaya kalkanlara karşı savaş haklı olarak gösterildi. Ermeniler ve Rumlar, Hıristiyan halklardan sonra Kürtler ve Aleviler de Türk devletinin hassasiyetini oluşturan tehlikeli gruplar oldular.

Hassasiyet demek Türk devletinin bekasını, geleceğini tehdit eden, onun bugünkü sınırlar içinde varlığını, ebediyete kadar yaşamasını tartışmaya açan her akım ve hareketi, grup ve partiyi düşman saymak, onlara karşı uyanık olmak ve onlarla mücadeleye, savaşa hazır olmak demektir. Bu nedenle Kürtlerden ve Alevilerden gelen her türlü demokrasi, özgürlük ve özerklik talebi ve direnişi devletin beka sorunudur, hassasiyetlerinin kaşınmasıdır. Bu talepleri ileri sürenler anında barbarca, her türlü şiddetle boğulması ve ezilmesi gerekmektedir. Kürtler Türkleşinceye, Aleviler Sünnileşinceye kadar bu hassasiyet ve bu savaş sürecektir. Türk halkından da devletin bu savaşı, bu barbarlğı onun hassasiyeti olarak anlayışla karşılanması beklenmektedir. Maalesef halk da bunu şu an böyle algılamaktadır.  Ama son zamanlarda da eşit ortak yaşam için belli bir anlayış farkı doğmaktadır.

Kürtlerle Alevilerle her dayanışma devletin hassasiyetiyle oynamaktır

Yıllarca bu böyle sürdü. Devletin hassasiyetleri adına Kürtler sürekli ezildiler, aleviler baskı altında tutuldular. Son 40 yılda Kürtlere karşı yürütülen savaş ve yapılan saldırılar yeni bir boyut kazandı. Özellikle Erdoğan’ın Barış Masası’nı devirmesiyle bu savaş topyekün Kürtleri imha ve inkâr savaşına dönüştü. Daha 2 gün önce devletin Amedspor-Bursaspor maç karşılaşmasında tezgâhladığı linç girişimi bu hassasiyetin dışa vurumudur. Bu savaşı Erdoğan kendi iktidarını sağlamlaştırmak, Türkiye halklarını da devletin bekası tehlikede diyerek kabarttığı şoven milliyetçilikle esir almak için kullandı. Esasında Kürtlere karşı uygulanan bu baskı ve şiddet, devlet terörü başta Türkler olmak üzere tüm Türkiye halklarına uygulanıyordu. Zamanla Kürtlere karşı uygulanan bu şiddet ve baskının, onlara karşı yürütülen savaş ve operasyonların Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve özgürleşmesinin, ekonomik kalkınmasının ve halkın rafaha kavuşmasının önünde en büyük engel olduğu görülmeye başlandı.

Son yıllarda Kürtlerin siyeset sahnesine çıkmasıyla ve HDP’nin Kürt sorununun eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde birlik ve beraberlik içinde barışçıl, demokratik çözümü için ardıcıl mücadelesi, Erdoğan’ın acımasız savaş ve saldırıları Türk aydın, sol ve demokratik güçlerinin bir kesiminde Kürtlerle, HDP ile dayanışmayı güçlendirdi. Kürtlerin özellikle dilleri, kimlikleri için eşitlik, özgürlük, özerlik talepleri Türkler arasında meşruluk kazanmaya başladı. Türk kesiminden de bir asırlık ceberut cumhuriyetin miadını doldurduğu, artık Kürtlerle ve diğer Türkiye halklarıyla barış, eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşanması gerekliliği vurgulanmaya başlandı. Cumhuriyetin 100. yılında Kürtlerle savaş değil barış yapılmalıydı. Bu gelişmeler ise Türk devletini, egemen güçleri korkuttu. En başta derin devlet, devletin bekası tehlikeye düşüyor, devletin hassasiyetleriyle, sinir uçlarıyla oynanıyor diye harekete geçti. Kürtlerin direnişini boğmakta, Kürtlere savaş açmakta Türk egemen güçlerin hepsi birleşti. Hepsinin oylarıyla Meclis’ten savaş tezkereleri çıktı. Onlar için söz konusu olan devletin ve kendi egemenliklerinin bekası sorunuydu, birleşme zamanıydı. 

Ulusalcı ve islamcı burjuvazinin devlete çökme mücadelesi

Türkiye’deki egemen güçler genel olarak ulusal ve islamcı burjuvazidir, onların CHP’den İYİ Parti ve MHP’ye, AKP’ye kadar uzanan irili ufaklı partilerden oluşan temsilcileridir. Ulusal burjuvaziyle islami burjuvazi arasında kıyasıya ideolojik, politik ve ekonomik bir mücadele vardır. Ama onlar arasındaki bu mücadele devleti ele geçirme mücadelesidir. Zira iktidar olup devleti ele geçiren hazinenin, devletin mali kaynaklarının, bankalarının, işletmelerinin, toprakların üstüne çöker, ihalelerle, kredilerle, imtiyaz ve suistimallerle ailesini, çevresini, partisini ihya eder, zenginleştirir, çevresindeki zenginlerden bir burjuva sınıfı “yaratmaya” çalışır. Devlete çöken kesim diğer kesimle ele geçirdiği zenginliği asla paylaşmaz. Bu Türk egemen güçlere has bir özelliktir. Kapitalist gelişmenin zayıflığının bir sonucudur. Türkiye’nin olanaklarını, hazinesini, zenginliklerini 2000 yılına kadar yiyen yurtseveri, milliyetçisi, liberali, yerlisi ve kompradoruyla ulusalcı buırvjuvazi oldu. Onlar sürekli yediler ve büyüdüler. Bunlar İslamcı kesimi genellikle dışladılar. Ama 2002 senesinde AKP ile birlikte islamcı kesim iktidara geldi. Şimdi artık devlet denen “yağlı kuyruk” onların elindeydi. “Yeme” zamanı onlardaydı. Zamanla güçlendiler, güçlendikçe hazinenin, ülke zenginliklerinin üstüne iyice oturmaya, çökmeye, ihaleleri yalnız kendi taraftarlarına dağıtmaya başladılar. Kendilerine biat etmeyen eski ulusalcı kesimleri ihalelerden uzak tuttular. Bunun için ihale yasasını tam 191 kez değiştirdiler ve kendilerine uydurdular. Anadolu’da “kaplan” denilen yeni islamcı bir zengin tabaka doğmaya başladı. Bu soygunlar sonunda Erdoğan ailesi ve çevresi, 5’li çete denen müteahhitler grubu yalnız Türkiye’de değil, dünyada da hatırı sayılır zenginler arasına girdiler.

Bir yanıt yazın