Haber / Yorum / Bildiri

Burjuva basın özgürlüğü kimin özgürlüğü?

Önder Utku

TÜRKİYE gibi azgelişmiş ülkelerde batı ülkelerini, onların siyasi ve ekonomik sistemlerini yüceltme eğilimi var. Bu yaklaşıma kendisini devrimci, sosyalist, ilerici olarak tanımlayanlar arasında bile sıkça rastlamak mümkün. Tabii ki, bu eğilim feodaliteden henüz yeni çıkan, dolayısıyla hem eski kokuşmuş düzeninin acılarını yaşayan, hem kapitalist düzenin sakıncalarının yükü altında ezilen bir toplumu aşma isteğini ifade ettiği ölçüde, onu kısmen anlamak mümkündür. Fakat çoğu kez bu tavır yapıcı olmaktan çıkıyor ve batı ülkelerine, burjuva demokrasisine ve hatta emperyalist devletlere kör bir hayranlığa dönüşüyor. İşte bu tehlikeli eğilimlerin üstesinden gelebilmek için, azgelişmiş bir ülkenin sosyalistleri olarak oturmuş burjuva demokrasilerini ele almamız, onların siyasi, toplumsal, ekonomik sistemlerini materyalist bir eleştiriden geçirmemiz gerekiyor. Bu yazıdaki konumuz, Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC)’nde burjuva basın özgürlüğünün eleştirisi.

Kağıt üzerinde ifade özgürlüğünün durumu Almanya’da iyidir. Anayasa‘nın 5. Maddesine göre, Federal Almanya’da basın ve ifade özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Ancak, ekonomik ve politik yapıların gerçekte nasıl şekillendiği somut bir şekilde incelenirse, bu kağıt üzerindeki ifade özgürlüğünün halkın ezici çoğunluğu, emekçi kitleler açısından hayatta gerçek bir karşılığının bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Alman kamusal yayınları ile başlayalım. Birinci Alman Televizyon Programı ARD, İkinci Alman Televizyon Programı ZDF, eyalet radyo ve televizyon kurumları gibi kamusal yayın kuruluşları, yasalar ve yönetmelikler gereği toplumu az çok yeterli bir şekilde temsil etmesi gereken yayın konseylerinin denetimi altındadır. Bununla birlikte, bu yayın konseylerinde kimin oturduğuna daha yakından bakıldığında, bu ilkenin aslında gerçekten karşılanmadığı görülmektedir.  Yayın konseylerine daha ziyade CDU, SPD gibi burjuva siyasi partilerin açık ve gizli temsilcileri hakimdir.

Açık parti temsilcileri, yayın konseyi üyelerinin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturmaktadır. Ancak, resmi olarak diğer sosyal grupların temsilcisi olması gereken diğer üyelerin çoğunluğu da parti üyesidir. Bunlar eklendiğinde, parti temsilcilerinin oranı yüzde 50’ye kadar çıkıyor. Buna ek olarak, devlet fonu alan birçok kurum da yayın konseylerinde temsil edilmektedir. Liberal FDP’ye (Hür Demokrat Partisi) bağlı Friedrich Naumann Vakfı‘nın 2013 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, yayın konseylerinde devlete yakın kuruluşların oranı üçte iki. Marksistler olarak, elbette, daima belirli bir kurumun sınıf karakterinin analiz edilmesi gerektiğini biliyoruz. Devlet, sınıfların üstünde tarafsız bir otorite değildir, zira içinde yaşadığımız sınıflı toplum tarafından şekillendirilir (farklı sınıf çıkarları için bir savaş alanı da olabilir, ancak bu özellik ikincildir ve bu özelliği bizi bu noktada ilgilendirmiyor). Federal Almanya bir kapitalist devlettir, burjuva devletidir.

Buna ek olarak, eğer yönetimleri ağırlıklı olarak sözde (burjuvazi ve işçi sınıfı arasında) „sosyal ortaklık“ taraftarlarının elinde olan ve bu nedenle mevcut düzeni temelden eleştiremeyen sendikaları göz ardı edersek, yayın konseylerinde sosyal olarak eleştirisel bir politika yürüten organizasyonların temsilcilerinin sayısı oldukça az. Öte yandan, üye sayısı her geçen gün gittikçe azalan kiliselerin yayın konseylerinde hala çok önemli bir rolü vardır. Federal Almanya tarafından 1990 senesinde ilhak edilen sosyalist Alman Demokratik Cumhuriyeti topraklarında nüfusun dörtte üçünden fazlasını oluşturan mezhep dışı, agnostik ve ateistlerin oluşturduğu büyük sosyal blok, neredeyse hiç temsil edilmemektedir.

Yayın konseylerinin bileşiminin, kamu yayın kurumlarının program içeriğini önemli bir biçimde nasıl etkilediği, eyalet hükümetlerinin yayın konseylerinin bileşimini sık sık değiştirmesinden ve kamu yayın kurumlarının yönetimlerine türlü yollardan uyguladıkları baskılardan açıkça görülebilir. Hem kamu yayın kurumu NDR‘in (Kuzey Alman Yayını) eski çalışanları, hem sendikacılar olan Friedhelm Klinkhammer ve Volker Bräüttam, kamu yayıncılarının potansiyel başkanlarının özellikle partilere yakın olması gerekliliğini eleştiriyorlar. Onlara göre, egemen partilere uzak adayların şansı çok az.

Özel medya incelendiğinde, mesela gazete sektöründe, ifade özgürlüğünün bu alanda da işçiler, halk yığınları için gerçek bir özgürlük olmadığını görmek mümkün. Medya şirketlerinin tekelleşme oranı muazzam seviyelere ulaştı. En büyük on yayın grubu, bölgesel ve yerel gazetelerin yüzde 60’ından fazlasını kontrol ediyor. Buna karşılık, ulusal günlük gazete sayısı tek haneli rakamları aşmıyor. Medya alanında tekelleşmenin gittikçe artması görünmez elin müridleri için belki şaşırtıcı olabilir, ancak Marksistler için şaşırtıcı değildir. 2018 senesinin Mayıs ayında, iki büyük medya şirketi Madsack ve DuMont, başkent bürolarını birleştireceklerini açıkladılar. Yeni oluşan merkezi redaksiyon, Almanya genelinde yaklaşık 50 gazete için haber üretiyor. Fakat bu buzdağının sadece görünen kısmı.

Tüm medya sektöründe, redaksiyonların birleşmesi ve gazeteci/editör sayısının düşmesi eğilimi güçlü bir şekilde hakim. Sonuç olarak, isimleri farklı olan, kağıt üzerinde farklı ürünler olan, ama aynı merkezli süper editoryal ofisler tarafından aktarılan haberleri, büyük ölçüde aynı olan bir yığın gazete var. Bu durumun karşısında yerel haberciliğin daha renkli, daha zengin olabileceğini düşünenler yanılmaktadırlar, çünkü birbiriyle rekabet eden birçok yerel gazete son birkaç on yıl içinde faaliyetlerini durdurmuştur. Böylece artık birçok yerde tekel şeklinde tek bir yerel gazete mevcut.

Bu yapısal fikir tekeli, Almanya‘da günlük kullanım için kullanılabilecek sadece bir haber ajansı (DPA) olması nedeniyle daha da sıkıntılı. Küçülme eğilimi ve internet çağındaki zaman baskısı göz önüne alındığında (örneğin haber websiteleri için daha kısa aralıklarla gittikçe daha fazla haber üretme baskısı  – okuyucular web sitesinin her iki saatte bir tamamen yenilenmesini bekliyorlar …), önemli haberler için bile zaman baskısı altında kalan editörlerin genellikle DPA‘nın metinlerini temel almaktan başka seçeneği yok. Bu durumu sadece ana akım basında değil, aynı zamanda alternatif medyada da görmek mümkün. Ama DPA’nın metinlerinde NATO’cu ve neoliberal ana akım o kadar ağır basıyor ki, aslında DPA’da sunulan (daha ziyade sunulmayan) haberlerin belirli haber başlıkları için kullanılması hiç mümkün değil, örneğin hiç bahsi geçmeyen işçi sınıfı mücadeleleri ve genel olarak sosyal konular ya da Suriye, Ukrayna gibi uluslararası meseleler.

Burjuva toplumunda, yani kapitalist düzende ifade özgürlüğünün biçimsel kalıbı bile tam anlamıyla gerçekleştirememesini açıklayan bir başka faktör, çoğu gazetecinin toplumsallaşması ve sosyal ortamının benzer olmasıdır, cünkü bu durum onların benzer görüşlere sahip olmalarını tetikliyor. Genel olarak gazeteciler, bir yandan artan bir objektif proleterleşmeye maruz kalan küçük-burjuva katmanlarıdır, diğer yandan ama somut ekonomik, toplumsal avantajları ve kültürel veya sembolik ayrıcalıkları nedeniyle proleter kitlelerden açıkça farklıdırlar. Geçtiğimiz on yılların siyasi ve sosyal gelişmeleri nedeniyle, bu kişilerin çoğu kendilerini yüzeysel bir “solculuk” ile tanımlayan küçük burjuvalardır (anketler, Almanya‘da gazeteciler ve editörler arasında, 1998 ve 2005 seneleri arasında koalisyon ortağı olan, Yugoslavya’yı bombardımana tutmakta ve gerici sosyal yasalar getirmekte hiç de terredüt etmeyen, Yeşil Parti’ye oy verenlerin ve parti üyesi olanların oranının son derece yüksek olduğunu gösteriyor). Bu „solculuk” kültürel konular, yaşam tarzını ilgilendiren meseleler ile sınırlıdır. Ama aslında bu küçük burjuva katmanlarının çoğu işçi sınıfından nefret eder, ayrıca emperyalistler tarafından düşman olarak damgalananlardan (mesela Rusya Federasyonu veya Çin Halk Cumhuriyeti) emredildiği gibi sorgusuz sualsiz nefret ederler.

Kısacası, Almanya’da ifade özgürlüğünün durumuna sadece biçimsel olarak değil, içerik açısından ve gerçek hayatta işçiler, halk yığınları açısından bakılırsa, hiç de iyi olmadığı görülür. Türkiye’deki kapitalizmin çarpık gelişmesi (ve kısmen feodaliteden kalan artıklar) nedeniyle, elbette durum daha vahimdir. Fakat bu gerçeğin bizi, azgelişmiş, emperyalizme hala oldukça bağamlı bir ülkenin sosyalistleri olarak yanlış fikirlere yönelmemize müsade etmeyelim. Burjuva demokrasisi de tüm sınıflı toplumlar gibi en nihayetinde bir sınıfın tahakkümüne dayanıyor ve bu hakikat o toplumu tümüyle şekillendiriyor. Emperyalist zulmün liberal şaklabanları bunu inkâr edebilir ama bir Marksist asla unutmamalı.

Bir yanıt yazın