Haber / Yorum / Bildiri

28 Kanunisani’yi Unutma!

Mustafa Suphilerin hesabı sorulacak!

(2. Bölüm)

Savaş YENER

Suphilerin katlinden Sovyetleri suçlayan Ahmet Kardam’a bir çift söz

BU tarihsel olguları göz önünde bulundurmadan bugün Türkiye’de bazı sol, sosyalist, komünist, devrimci geçinenler Suphileri yalnız bıraktı, onların katli karşısında suskunluğa büründü diye Sovyetleri, gelişleri bir macera idi diyerek de Suphileri suçlamaktadırlar. Bunlardan biri de vaktiyle kazaran TKP’ye girmiş olan Ahmet Kardam’dır. Ahmet Kardam Suphiler hakkında yazdığı kitapla ilgili AGOS gazetesine verdiği bir röportajında şöyle der:

“Türkiye’ye dönüş sürecinin yaşandığı Ekim-Aralık 1920 dönemi aynı zamanda, Batı proletaryasından beklenen Dünya Devrimi’nden umudun kesildiği, Bolşevik Partisi yönetiminin İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerle iç savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını sarabilmeyi bir ölüm kalım meselesi haline getirdiği dönemle çakışır. O nedenle Türkiye’ye dönmekte olan Suphi ve yoldaşları yalnız bırakılır. Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar. Böylece, Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur. Ben ‘belleklerden silinme’yi bu karalama ve karartmanın yarattığı karanlığa bağlıyorum.”

Önce şunu belirtmek gerekir. Bu değerlendirmeleri yapan bir kişi Türkiye Komünist Partisi saflarında bir gün bile duramaz. Bu açıklama Kardam’ın kendisinin partiden atılmasına dair ilamıdır. Ahmet Kardam Türkiye Komünist Partisi TKP üyeliğinden atılmıştır. Kardam’ın bu saptamaları devrimden ve komünizmden umudunu kesmiş, uluslararası alanda Ekim Devrimi’nin önemini anlamamış, Sovyet iktidarının işleyişini kavramamış, burjuvaziye yaranmak için Sovyetleri eleştirmek için eleştiren, TKP geleneğinden gerektiği gibi nasibini alamamış bir küçük burjuva aydınının serzenişleridir. Her şeyden önce şu bilinmelidir ki, ne Lenin ne Stalin sosyalist devlet yöneticileri olarak kapitalist ülkelerle ticari ve diplomatik ilişkiler kurabilmek için ne dünya devriminden vazgeçmişlerdir ne de bir ülkedeki devrimi feda etmişlerdir. Her zaman devrimci gelişmeyi desteklemeyi baş görev saymışlardır. Ama o ülkede devrimi yapacak olan o ülkenin proletaryası ve emekçileridir. Sovyetlerin yapacağı enternasyonalist dayanışmadır. Ayrıca 1919 senesinde dünyada devrimci sürecin daha iyi nasıl gelişeceğini tartışmak ve yönetmek, dünya proletaryasının Sovyet iktidarını daha iyi nasıl savunabileceğini belirlemek için Komintern kurulmuştur. Ne Sovyet iktidarı ne de Komintern şu veya bu ülkeyle ticari ve diplomatik ilişkiler kurabilmek için o ülkenin devrimcilerini ve devrimini “yalnız” bırakmışlardır. Bu iddia Sovyetlere (Lenin ve Stalin’e) ve Komintern’e büyük bir iftiradır, çarpıtmadır.

Sovyetler ticari ve diplomatik ilişkiler uğruna hiçbir devrimi ve devrimciyi feda etmedi

 Ekim-Aralık 1920 döneminde belirleyici olan dünya devriminden umudun kesilmesi değil, dünya devrimine ivme verecek Kızıl Ordu’nun Beyaz Ordu’yu ve onu destekleyen başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere diğer emperyalist Batı ülkelerini yenerek onlara karşı kazandığı zafer ve Sovyet iktidarının yenilmezliği idi. Dünya devriminden umudun kesilmesi daha sonraki yıllardadır. Batılı emperyalist güçler Kızıl Ordu karşısında aldıklerı yenilgiyle kendi ülkelerindeki devrimci durumu kırmak ve Sovyetleri her taraftan kuşatarak, boğmak için harekete geçtiler. Suphilere saldırı emperyalizmin genel saldırısının bir parçasıydı ve acildi, çünkü Kızıl Ordu’nun Anadolu’ya inmesini önlemek gerekiyordu. Bu dönemde gerçekten de Sovyetler ekonomik sosyal olarak çok zor durumdaydı. “İç Savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını” sarmak “bir ölüm kalım meselesi” idi. Bu zor durumdan çıkmayı Lenin başta İngilizler olmak üzere emperyalistlerle kuracağı ticari ve diplomatik ilişkilerde aramadı, Sovyetlerin, ülkenin iç dinamiklerinde aradı. Emperyalistlerin her türlü saldırılarına karşı NEP (Yeni Ekonomik Politika) projesini geliştirdi. NEP devrimi Sovyetlerde ve dünyada ilerlemenin bir aracıydı. Bu koşullarda, hele İç Savaşın, açlığın hüküm sürdüğü, harp komünizminin uygulandığı 1918/21 yıllarında bu demek değildi ki, ticari ve diplomatik ilişkiler önemsizdir. Tam tersine bunların aranması ve bu konuda emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin kullanılması çok önemliydi. Hatta her ticari ve diplomatik ilişki hayati önemdeydi. Türkiye ile Mustafa Kemal ile kurulan diplomatik ilişkilere yalnız bu yönden değil sınır güvenliği açısından da bakıldığında da çok önemliydi. Mustafa Suphileri katlettirdiği için Sovyetlerden Mustafa Kemal’le tüm ticari ve diplomatik ilişkileri kesmesini istemek veya kesmediği için onları suçlamak, devrime ihanet olarak görmek ancak bir goşist ve anarşistin, bir küçük burjuvanın tavrı olabilir. Sovyetlerden böyle bir tutum beklemek asla devrimci bir tavır olamaz.

Ahmet Kardam’ın “O nedenle (ticari ve diplomatik ilişkiler kurma nedeniyle) Türkiye’ye dönmekte olan Suphi ve yoldaşları yalnız bırakılır” saptaması yalan, iftira, ahlaksızlık, burjuva yalakacılığı ve hakarettir. Türkiye’deki egemen burjuva görüşlerine katılmak ve onları savunmaktır. Sovyetler 1917 Ekim Devrimi’nden dağıldığı 1990 senesine kadar hiçbir komüniste kendi ülkene gitme, dönme dememiştir. Ama ülkesine bir an evvel dönmek için can atan ki her komünistin böyle olması lazım, her komünistle konuşur, gitmesi ve kalması durumunda neler olabileceği konusunda görüşlerini söyler ve son kararı kendisine bırakır. Kararını veren komüniste her türlü maddi ve manevi desteği verir ve “iyi yolculuklar” diler. Artık komünist yola düştüğü andan itibaren “yalnız”dır, yanında manen kendi ülkesinin işçileri ve uluslararası proletarya vardır. Sovyetlerin o kişinin ülkesine yolculuğu ile ilgili bir ilişkisi yoktur. Onun nasıl ve hangi yoldan gideceği kendi kararıdır. Onu ülkesine gönderen Sovyetler değildir, o kişinin kendisidir. Onun başına bir şey geldiği durumunda Sovyetler böyle bir kişiyi o ülkeye göndermemiştir. Eğer Batılılar Sovyetlerin gönderdiğini iddia etmeye kalkarsa Sovyetler bu konuyla ilgileri olmadığını ilan ederler. Bunu o ülke ile ticari ve diplomatik ilişkileri bozulmasın diye değil gerçek durum bu olduğu için yaparlar. Ama bu demek değildir ki, Sovyetler yola çıkan komünistlerin başına gelenlerle ilgilenmezler. Tam tersine bir olay durumunda o olayın en küçük teferruatına kadar konu araştırılır, sonuç kamuoyuna duyurulur. Yoksa Ahmet Kardam’ın dediği gibi ne Bolşevik Partisi yönetimi ne de Sovyet devleti “tam bir suskunluğa” gömülür. Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen ne Bolşevik Partisi yönetimi ne de Sovyet devletidir. Onlar o günün koşullarında gerekli araştırmaları yaptılar, olayı büyük ölçüde aydınlatmaya çalıştılar. Yoldaşların akıbeti belli olunca Moskova’da 1923 yılında bir anma toplantısı yaptılar. Bunu bir kitapçık halinde yayınladılar. Türkiyeli komünistlere düşen görev yoldaşların “intikamını almak”, hesap sormak için daha çok çalışmaktır.

Bir komünist için en yüce ideal dünya devrimi ve kendi halkının kurtuluşu için savaşmaktır

Bir komünist için kendi ülkesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla birlikte devrim için, demokrasi, özgürlük, barış ve sosyalizm için mücadele etmekten daha yüksek bir ideal yoktur. Bu enternasyonal proletarya devriminin bir gereğidir. Bunlar Suphiler için de geçerlidir ve Suphi tam da bu şekilde hareket etmiştir. Türkiye’de halk cephelerde savaşırken artık Sovyetlerde kalmanın bir anlamı yoktur, bir an evvel ülkeye dönüp cephelerde savaşmak gerekir. Suphi her zaman Türkiye’ye yakın olmak için Kırım’a, Türkiye’ye dönüş yolları aramak için Taşkent’e gitmiştir. Baku’da Sovyet iktidarı kurulunca hemen Baku’ya gelmiş ve Türkiye’ye dönüş için çalışmalara, hazırlıklara başlamıştır. Bu hazırlıklar için Sovyetlerden hangi yoldaşlarla konuştu ve o yoldaşların ne dediği daha araştırma konusudur. Ama Kardam’ın dediği gibi katliam karşısında “suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar” tespiti ise tam bir zırvalıktır. Ne Bolşevik Partisi’nin ne Sovyet devletinin, ne Lenin’in ne Stalin’in Suphileri “maceracılıkla” suçlayan bir kararı ve söylemi yoktur. Tek tek kişilerin değişik konuşmaları olabilir. Bunlardan bir tanesi 1923 senesindeki anma toplantısında Şerif Manatof’un yaptığı konuşmadır. Manatof İslam Komiserliği’nde Stalin, Vahyidof ile birlikte çalışan, 1918’de Suphi’nin Türkler ve Müslümanlar arasında çalışmalarına yardımcı olan ve Sovyetler’in Ankara’da ilk temsilcisi olan yoldaştır. Manatof 1920’de Baku’da Suphi ile tekrar karşılaşır. Bu karşılaşmayı Manatof şöyle aktarır:

“1920 senesi güz aylarında Suphi’ye Baku’da tesadüf ettim. O pek az değişmişti. Teşkilatı büyümüş, arkadaşları çoğalmıştı.

Suphi Türkiye’ye gitmek fikriyle hastalanmış, fakat bir parça tereddüt ediyordu.

Kemal tarafımdan benim mevkufiyetim (tutuklanmam) ve Türkiye’den nefyolunmam (sürülmem) meselesi onun terddüdünü daha da artırdı.

Fakat ‘ben Kayım Karabekir Paşa ile muhabere ediyorum, o beni davet ediyor’ diyordu.

‘Türk paşalarını siz bilmiyor değilsiniz. Onların sözüne inanmaya gelmez. Onlar eski kurtlardır’ diye benim tarafımdan edilen itirazdan sonra ‘o halde bir parça bekleyelim’ dedi.

Suphiyi arkadaşlarından birçoğu daima Türkiye’ye gitmek için teşvik etmekte olduğu anlaşılıyordu. Bir ay sonra biz Gümrü’den Baku’ya avdet ettık. Ben Karabekir’i Suphi’ye gayet istidatlı bir asker, pek kurnaz bir dıplomat diye tasvif ettim. Fakat yolaşları Suphi’yi Türkiye’ye gitmeye tamamen ikna etmişler, tarafımdan verilen malumatın ona hiç tesir etmediğini hissettim. Artık Suphi Türkiye’ye gitmek için karar vermişti…” Bundan sonrası biliniyor. Ankara’ya gönderilen Sovyet Elçisi Mdıvani heyetiyle birlikte Suphi’de Kars’a gelir. Manatof’a müsaade edilmez, o geri döner. Suphi buna çok üzülür. Suphiler de Erzurum’a gitmek için hazırlık yaparlar.

Türkiye’ye dönüş kararı tartışılmasız devrimci bir karardır

Ankara’yı ve Mustafa Kemal’i ve paaşaları çok iyi tanıyan Manatof “tarafımdan verilen malumatın ona hiç tesir etmediğini hissettim” diyerek Suphileri gitmesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor, ama “Suphi Türkiye’ye gitmek için karar vermişti” diyerek de onun kararına duyduğu saygıyı belirtiyor, Bunu “maceracılık” diye yorumlayana Allah akıl versin! Kaldıki Suphi’nin Karabekir ile haberleşiyorum dediği dönemde Karabekir ve İnönü Suphi Kızıl Alayı ile gelsin, Alayı hemen Batı Cephesine gönderelim diye planlar yapıyorlardı. O dönemde Batıda Ankara’nın emrinde tek bir askeri birlik yoktu. Ayrıca Suphiler “yalnız” değil, Sovyet Elçisiyle birlikte Kars’a gelmişlerdir. Kars’a gelindiği zaman Suphilerin bilmediği şey, Mustafa Kemal’in İngilizlerle anlaşmış olması, Yeşil Ordu’ya, Çerkez Ethem’e, Halk İştirakiyun Fırkası’na saldırıya geçmiş olmasıdır. Suphi’nin bildiği ise cephelerde savaşan bir Yeşil Ordu ve Mecliste ağırlığı olan bir Halk İştirakiyun Fırkası’dır. Şunda hiç şüphe yok ki, eğer Mustafa Suphi Ankara’da durumun değiştiğini bilseydi, başka yönde karar verecek tecrübeye sahip bir liderdi. Tüm bu olgulara rağmen Kardam’a göre “Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline” getirilmiştir tespitini yapabilmektedir. Şu bir kez daha bilinmeli ki, Suphilerin dönüş kararı o günün koşullarında “macera” değil, komünistçe verilmiş devrimci bir karardır.  

Kardam, Nabi Yağcı gibi Şefik Hüsnü çizgisinin bir savunucusudur

Kardam’ın bir başka zırvalığı da “Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar” tespitidir. Kongreye Komintern’den bir heyet katılmıştır, Kongre organlarını seçmiştir, Suphiler Türkiye’ye giderken bir Dış Büro oluşturmuştur. Bu Dış Büro’dan Ahmed Cevad ve Süleyman Nuri Yoldaşlar Komintern toplantılarına katılmışlar ve konuşmalar yapmışlardır. Ama Türkiye’de komünistlerin örgütlenmesi hep Komintern’in gündeminde olmuştur. Suphilerin katliyle birlikte komünistler Türkiye’de büyük bir darbe almışlardır. Sorun şimdi ne yapmalı sorunudur. Komintern bu dönem Ankara’daki komünist gelişmelere önem verir. 1922’de Ankara’daki Halk İştirakiyun Fırkası Kongresı’ne bir heyet göndermiştir. Bu partinin tekrar Mustafa Kemal tarafından yasaklanmasıyla Ankara ve İstanbul parti örgütlerini birleştirme sorunu gündeme gelmiştir. Bu dönemde Şefik Hüsnü öne çıkar. İstanbul’da partinin 3. Kongresi toplanır. Nasıl günümüz Şefik Hüsnücüleri olan Nabi Yağcı, Ahmet Kardam gibileri TKP yoktur, tarih oldu diyorlarsa, o zamanın Şefik Hüsnücüleri de “TKP bizimle başlar, öncesi yoktur” diyerek TKP’nin Birinci Bakû ve İkinci Ankara Kongrelerini inkâr ediyorlardı. Ne demeli? Likidatör alışkanlığını bir türlü bırakmıyor.

Yine Ahmet Kardam’a göre Sovyetler ve Komintern Mustafa Suphileri “maceraları“ sonucunda “kurban“ olmalarıyla onların “ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden” silmeye çalışmışlardır. “Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur” der. Suphileri unutturmaya, “tarihten silmeye” çalışan Şefik Hüsnü ve şürekâsı idi. Mustafa Suphi’yi yaşatmaya çalışan Nazım Hikmet ve Bilen idi. Dün de bugün de partide bu iki çizgi savaşmaktadır. Ulusal sorunda da yapılan hatalar Şefik Hüsnü’nün Kemalist anlayış ve politikasının sonucudur. Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dâhil Suphilerin tüm programatik görüşlerini Marksçı-Leninci Türkiyeli komüünistler tarihten ve belleklerinden sildirtmemişlerdir. Sovyetler’in ve Komintern’in, Suphi’nin dönüşünü “maceracılıkla” suçlayarak onun “ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye” çalıştıklarını iddia etmek, tarihsel koşulları dikkate almadan onlara bu derece ağır bir saldırıya cüret etmek olsa olsa o insanın aklını, kalemini burjuvaziye satmış, kendisini de burjuvazinin antikomünist, antisovyet arabasının önüne koşmuş olmasıyla mümkündür. Evet Ahmet Kardam böyle bir kişidir, bundan böyle artık üstüne konuşmaya değmez.

Hür milletlerin hür ittihadi

Burjuvazi Mustafa Suphi’nin hayatına genç yaşta son verdi. Ama onun fikirleri günümüzde hâlâ canlılığını korumaktadır. Çünkü Türkiye yüz yıl sonra 2020’lerde 1920’lerde olduğu gibi hemen hemen aynı sorunlarla karşı karşıyadır: Nasıl bir devlet, nasıl bir millet, nasıl bir toplum, nasıl bir kalkınma, nasıl bir refah, nasıl bir barış? Nasıl savaşların olmadığı bir dünya yaratılır? Nasıl halk yokluktan ve yoksulluktan, açlıktan ve sefaletten, işsizlikten ve topraksızlıktan kurtulur? Türkiye toplumu muasır medeniyeti nasıl yakalar? Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir ülke nasıl yaratılır?

O zaman da bugün de bu sorulara verilen iki yanıt vardır: O zaman biri Mustafa Kemal’in, diğeri de Mustafa Suphi’nin verdiği yanıttır. Mustafa Kemal’in yanıtı tüm halkların zorla asimile edilerek bir Türk milleti ve ceberrut bir Türk devleti yaratmak, işçi ve köylünün sömürüsüne dayalı ağalar, beyler, tüccarlar ve işadamlarının ortak olduğu bir burjuva egemenliği yaratmaktır. Mustafa Suphi’nin yanıtı ise, hür milletlerin hür ittihatine dayalı federatif demokratik bir cumhuriyet, işçi ve köylülerin, geniş emekçi yığınların egemen olduğu bir şuralar cumhuriyeti ve devleti, emperyalizmden bağımsız Sovyetlerin yardımıyla ve ülkenin iç dinamiklerinin harekete geçirilmesiyle sağlanacak sömürüsüz ve baskısız planlı bir kalkınmadır. 

Bugün Mustafa Kemal’in siyasi çizgisini savunanlar Millet ve Cumhur İttifakı partileridir. Mustafa Suphi’nin siyasi çizgisini savunanlar Kürt Kurtuluş Hareketi, Marksçı-Leninci komünist ve solcular, devrimci demokratik güçlerdir. Özde Millet ve Cumhur İttifakları arasında bir fark yoktur. İkisi de halkların varlığını ve özgürlüğünü inkâr eden ceberut tekçi bir Türk devletinden yanadır. Bu konuda CHP’nin de AKP’in de politikaları aynıdır. İkisini de kırmızıçizgisi PKK’ya karşı tavırdır. Fark birinin faşizan-islami tek adam rejiminden yana olması, diğerinin liberal, laik ama baskıcı bir parlamenter sistemden yana olmasıdır. Bunlar Kürtlere, komünistlere, devrimcilere karşı her zaman baskıcıdır. Ama bugün islami-faşizan tek adam rejimi, yani Erdoğan iktidarı ülke için, halklarımız için tehlikeli boyutlar almaya başlamıştır. Erdoğan iktidarı bırakmamak için seçimden vazgeçip ülkeyi bir iç savaşa götürmeyi bile göze almaya hazırlamaktadır. Bunun önlenmesi önde duran en acil demokratik görevdir. Suphici güçler Millet İttifakı ve Erdoğan karşıtı güçlerle birlikte zımnen veya açık değişik ittifaklar ve eylem birlikleri oluşturmalı, Erdoğan’ın faşizan gidişine ve iktidarına son verilmesi, ülkenin kaostan kurtulması için harekete geçmelidir. Verilecek bu mücadele içinde yığınlar demokratik hak ve özgürlükler için seferber edilmeli ve emperyalizmden bağımsız planlı bir kalkınma modelinin zorunluğu anlatılmalı ve toplumda güçler dengesinin eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde demokratik bir cumhuriyet için kazanılmasına çalışılmalıdır. Bu başarıldıkça Suphi’nin politikası da yaşama geçmiş, hür milletlerin hür ittihadı gerçekleşmiş olacaktır. 28 Kanunisani unutulmayacaktır.

Günümüzün alternatif politik projesi Suphilerin 1920’lerdeki saptadıkları politik projedir

Yine unutulmamalıdır ki, 2020’li yıllarda komünistlerin ve solcuların, devrimci demokratların egemen güçlere karşı alternatif Türkiye projesi Mustafa Suphilerin 1920’lerdeki Türkiye projesinin hemen hemen aynısıdır. Bir farkla bugün Sovyetler yoktur. Onlardan gelecek yardımları bugün kompanze edecek halkın fedakârlığıdır. O halde bugün uğrunda mücadele edeceğimiz alternatif Türkiye projemiz:

“Hür milletlerin hür ittihati”ne dayalı federatif demokratik bir cumhuriyet, işçi ve köylülerin, geniş emekçi yığınların egemen olduğu bir şuralar devleti, emperyalizmden bağımsız ülkenin iç dinamiklerinin, halklarımızın özverisinin harekete geçirilmesiyle sağlanacak sömürüsüz ve baskısız planlı bir kalkınma, barış, huzur ve refah düzenidir. Bu düzene giden yolda ilk yapılacak iş, Erdoğan’ın islami-faşizan iktidarına son vermek, bunun için de devletin ve Erdoğan’ın Kürtlere karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmak ve Kürt ve Türk halklarının birliğini sağlamak, “hür milletlerin hür ittihadını” savunmaktır. Ulusal sorun, Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez, kalkınamaz, Kürtlere karşı savaşa giden milyar dolarlar durdurulmadan pahalılık, enflasyon, işsizlik ve yoksulluk önlenemez, sınıf savaşı gelişemez.

Günümüzde 28 Kanunisani’yi, Suphileri unutmamak demek Türkiye’de halklarının varlığını inkâr eden Kemalist devlet aklına karşı mücadeleyi daha da yükseltmek demektir. Mustafa Suphilerin hesabı bu mücadeleler içinde sorulacaktır…

Bir yanıt yazın