Haber / Yorum / Bildiri

Türkiye: İki yakası bir araya gelmeyen bir ülke! Acaba neden?

Barış ALPER

“İki yakası bir araya gelmemek” halk arasında bir özdeyiştir. Daha çok geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek anlamına gelir. Böyle bir duruma düşen biri için de halk, “Bilinmez ki, ne zaman iki yakası bir araya gelecek?” der.

Türkiye ekonomisini tarif eden bir özdeyiş

Halk arasındaki bu özdeyişler bugün içinde bulunduğu ekonomik kriz göz önüne alındığında, Türkiye’nin mali ve ekonomik durumunu en iyi tarif eden sözlerdir. Türkiye’nin ne geliri giderine, ne de tükettiği ürettiğine denktir. İhracatı, ithalatı karşılamaktan uzaktır, Dış ticaret ve cari açığı yüksektir. Ülke boğazına kadar borçtadır, Vatandaşı geçim sıkıntısı içinde kıvranmakta, enflasyon, pahalılık, döviz kuru girdabında boğulmaktadır. Buna karşın devlette israf diz boyudur, Saray, hükümet, bir avuç zengin “har bulup harman savurmakta”dır. Ülkenin iki yakasının bir araya gelmemesi onların umurunda değildir. Eski çağ Roması’nda olduğu gibi dekadansa; yıkım, çöküş vs. çürümeye gözlerini kapamaktadırlar.

Ükenin içinde bulunduğu bu durumun birçok nedeni vardır. Temel neden ülkedeki çarpık kapitalist gelişmedir, neoliberal kapitalist sistemin “körükörüne” bir parçası olmaktır. Bu bir başka yazı konusudur. Diğer neden ise İslami gerici, faşizan Erdoğan rejiminin ve AKP iktidarının yüz yıllık devleti yağmalama, talana özlem ve açlığıdır. Şimdiye kadarki Kemalisti, liberali her iktidar devleti yağmalamış ve soymuştur. Demirel kendi yeğen ve kardeşini devlet kredisiyle zengin etmiştir, Özal, Yılmaz devlet bankalarını ve arazileri çevresine yağmalatmıştır. Çiller seçimi kaybettiği gün evine başbakanlıktan çuval çuval para taşıtmıştır. Ama hiçbiri AKP çevreleri kadar “açgözlü”, yağma ve talan gücüne sahip olmamıştır. Bu nedenle “ölçülü” olmak zorunda kalmışlardır. Zira onların hepsi Erdoğan gibi tek başına iktidar olamamışlardır ve karşılarında duyarlı bir kamuoyu vardı. Kamuoyunu kolay manipüle eden ve tek başına iktidar olan Erdoğan ve AKP’si ise şimdi vurgunun “tadını” çıkarmaktadır. Bunlar aşırdıkları paraları (dolarları), gazeteci Murat İde ve Fatih Altaylı’ya göre, uçak ve gemiciklerle yurt dışına taşıyorlar, Man adasına havale ediyorlar. Bu paralar onların yedi kuşak sülalesini besleyecek kadar çoktur. Böyle bir rejimde devletin iki yakasının bir araya gelmemesinden “doğal” başka ne olabilir. Devlet denen “tekele” sahip olanın ilk işi devleti yağmalayarak kendisini ve çevresini zenginleştirmektir, gerisi “teferruattır”. Onun için önce devleti böyle bir dekadansa iten Erdoğan rejiminin icraatına bir bakmak gerekiyor.

Yüz yıl sonra devlet denen “yağlı kuyruğa” hâkim olan Erdoğan ve AKP

Çarpık kapitalist gelişme nedeniyle Türkiye’de devlet sahip olduğu toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, işletmeleri, topladığı vergi ve gümrükle en büyük sermayeye sahip tekeldir ve iktidarı alan da kendisini bu tekelin patronu gibi görür. Türkiye’de devlet güçlü, burjuvazi zayıf, devlete “bağımlı”dır. Devlet denen tekeli ele geçiren, bugün için Erdoğan, kimseye hesap vermek zorunda değildir, böyle bir gerekliliği hissetmez, çünkü keyfi davranma hakkına “sahiptir”. Devletin hazinesini, kasasını kendi malı gibi addeder. İstediği gibi harcayabilir. İstediğine kredi verir, onlara devletin olanaklarını açar. Örtülü ödeneği vardır. İstediği gibi kendi zimmetine geçirir, iktidarda devlet gücüne sahip olmayı suistimal eder. Hesap sormaya kimse cesaret edemez. Sayıştay zaten devre dışı bırakılmıştır. Edene de “ben verdim, milletin ve ülkenin yüksek çıkarları böyle gerektirdi” der çıkar. Çünkü onlara göre kendi yüksek çıkarları ülkenin ve halkın çıkarlarıdır.

İşte Türkiye’de devlet böyle bir “yağlı kuyruk”tur. İktidara gelmek demek bu “yağlı kuyruğu” ele geçirmek demektir. AKP iktidarına kadar bu “yağlı kuyruğa”, devlete sahip olanlar, öz itibarıyla Kemalist iktidarlardı, “ulusal” ve liberal burjuvaydı. Bunlar Cumhuriyetten, hatta 1908 II. Meşrutiyet sonrası Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden beri modernleşme adına İslami çevreleri iktidardan uzak tutmuşlar, dışlamışlardır. Bu çevreler de kaybettikleri iktidarı, devleti ele geçirmek için Kemalist ve liberal burjuvaziye karşı legal ve illegal, yeraltı ve üstünde sürekli mücadele içinde bulunmuşlardır. Bunlar için de iktidar demek devlet denen “yağlı kuyruğu” ele geçirmek demektir.

İslami çevreler Erdoğan’la iktidara geliyor

İslami çevreler ABD’nin desteği ile 2002 senesinde Erdoğan liderliğindeki AKP ile nihayet tek başına iktidarı ele geçirdiler. Artık devlet denen “yağlı kuyruk” onlarındı. Devleti nasıl soyacaklarını bekleyip görmek gerekiyordu. Beklemek uzun sürmedi. Bugün görülen odur ki, 100 yıllık beklemenin verdiği açlıkla bu işi, soygunu Erdoğan ve AKP diğerlerinden çok daha iyi “başarmaktadırlar.” Bugün Erdoğan ve ailesinin dünyanın en zengin kişi ve aileleri arasında olduğu açıkca itiraf edilmektedir. Yalnız kendisi değil sözde işinsanı olan “beşli çete” gibi çevresindekiler de kısa zamanda büyük zenginliklere sahip oldular, Şimdi bunlar devlet denen yağlı kuyruğu, iktidarı elden bırakmamak için her türlü yolsuzluğa, kanunsuzluğa başvurmaktadırlar. Anayasayı bile hiçe saymaktadırlar. Erdoğan’ın tekrar tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi için başvurdukları yollar bunun açık örnekleridir. Şimdi de tekrar bir anayasa değişikliği veya yeni bir anayasa ile 2028 seçimlerini, iktidarı garantilemek istemektedirler. İktidarı kaybettikleri anda Erdoğan ve çevresi Yüksek Divan’da vatana ihanetle yargılanacaklarını çok iyi bilmektedirler. Onlar için iktidarı vermemek şarttır. Hayat meselesidir.

Diğerleri de, yani Kemalist ve liberal burjuvazi kaybettikleri iktidar özlemini çekmekteler, devlet denen “yağlı kuyruğu” tekrar ele geçirmek için yanıp tutuşmaktadırlar. Onların da bir gün iktidara geldiklerinde ilk yapacakları iş başka bir türde ve düzeyde devleti soymak olacaktır. Öz olarak bunlar arasında çok büyük fark yoktur, Biri laiklikle, diğeri İslami cehaletle iktidarı almak ve sürdürmek istemektedir. Biri devleti çuvalla soyar, diğeri deveyi hörgücüyle yutar. İkisi için de, hem Kemalist liberal burjuvazi, hem İslami burjuvazi için devleti soymak demek işçi ve emekçi yığınları, köylü ve çiftçiyi soyup sömürmek demektir. Bu soygun ve sömürüyü en “gaddar” yapan Erdoğan ve AKP iktidarı olmuştur. İlk kez emekli aylıkları, asgari ücret, köylü ve çiftçinin geliri açlık ve yoksulluk sınırının altına düşmüştür. Mutlak yoksulluk, zengin ve yoksul kutuplaşması çok bariz hale gelmiştir. Erdoğan ülkeyi dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen Menderes’in yapmak istediğini yapmaktadır. Kendi dışında hiçbir güç görmek istememektedir. Devlet odur, hükümet odur, meclis odur, yargı odur, demokrasi odur, hak ve özgürlükler odur. Başka kimsenin “söz hakkı” yoktur. 

İki yakası bir araya gelmeyen bütçe

Bu kadar soygun ve vurgunun, yağma ve talanın olduğu, demokrasinin olmadığı bir ülkede, yani ülkemiz Türkiye’de devletin iki yakasının bir araya gelmemesi, gelir ve giderin, yani bütçenin denk olmaması şaşılacak bir durum değildir. 2024 senesinin ilk 8 ayının, Ocak-Ağustos döneminin gelir ve gider denklemi bunun açık örneğidir. Bu yılın ilk 8 ayında bütçe giderleri 6 trilyon 226,6 milyar liradır. Bütçe gelirleri ise 5 trilyon 253 milyar liradır. Böylece bu dönemde ortaya çıkan bütçe açığı 973,6 milyar, yani hemen hemen bir trilyon liradır. Hazırlanan 2024 bütçesinde ise giderler 11 trilyon, gelirler de 8,4 trilyon lira olarak öngörülmüştür. Yani yılsonunda beklenen bütçe açığı 2,6 trilyon liradır. Şüphesiz bu yıl sonuna kadar fazlasıyla aşılacaktır.

Görülüyor ki, devletin iki yakasının bir araya gelmesi imkânsızdır. Ama bütçe sayılarına bakıldığında devletin halktan topladığı vergiler hiç de az değildir. Ön görülen 8,4 trilyon gelirin 7,4 trilyonu vergi yoluyla alınan gelirdir. Bunun yaklaşık 4 trilyonu KDV ve ÖTV olmak üzere dolaylı vergi, 2,5 trilyonu da gelir vergisi, yani işçi ve emekçinin ücretinden ve kazançtan alınan, yani halktan toplanan vergidir. Halkın boğazı sıkılarak alınan bu vergilerin nasıl harcandığı ise bir ibret lahiyasıdır. Neden devletin iki yakasının bir araya gelmediğinin göstergesidir.

Halktan toplanan vergiler nasıl çarçur edilmektedir

Halktan toplanan bu kadar vergi devletin giderlerini neden karşılamaz? Bunun birçok nedeni vardır. Birincisi Erdoğan’ın keyfi harcamalarıdır, ikincisi devletteki israftır, üçüncüsü yüksek faiz ödemeleridir, dördüncüsü şirket ve tekellere sağlanan vergi muafiyetidir, beşincisi Kürdistan’da, Türkiye’de, Irak’ta ve Suriye’de Kürtlere karşı verilen savaşın ve bölgede yaratılan gerilim politikasının yüküdür.

Bunlardan en çok bilineni, günlük medyada konuşulanı, popüler olanı ilk iki nedendir. Çünkü iktidarda olan Erdoğan “itibardan tasarruf olmaz” diye halkın parasını öylesine keyfi ve fütursuzca harcamakta ve çarçur etmektedir ki, insanlar “yeter, bu kadar da olmaz!” demektedirler. Erdoğan’ın sarayının masrafları dudakları uçuklatmaktadır. Sarayın günlük bütçeye yükü 33,6 milyon liradır. Erdoğan’ın 13 uçağı, arabaları, koruma ordusu, dış gezilerde harcamaları buna dahil değil. Çevresindekiler devletten 3-5 maaş almaktadırlar. Tüm devlet dairelerinde israf diz boyudur. Başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere tüm yüksek memurlar lüks zırhlı araçlara binmektedir. Bütçede en büyük giderlerden biri Diyanet İşleri Başkanlığına ayrılmıştır. Onun bütçesi birkaç bakanlığın bütçesinden fazladır. “Yap-İşlet-Devret” anlayışıyla yapılan köprü, yol, tünel, havalimanı, şehir hastanelerine garanti edilen hayali araba, yolcu, hasta sayılarına her yıl bütçeden dolar karşılışı milyarlar ödenmektedir. Mesela Osmangazi Köprüsü’nden geçerken bir araba 555 lira öderken devlet bütçeden şirkete 1310 lira daha ek garanti ödemesi yapmaktadır. Haftada bir kez bile kullanılmayan havalimanları da işin cabası! Kısacası devlette israf diz boyu. Maliye Bakanı Şimşek bakanlığa geldiğinden beri “kamuda israfa son, tasarruf zamanı” demesine rağmen tek tasarrufu devlet okullarından hademelerin işine son vermek oldu. Sonuç çocuklar pislik içindeki okullarda eğitim görmektedirler. Ama Şimşek Saraydaki ve bakanlıklardaki israfları ağzına alıp tasarruf teleffuz edememektedir.

Bütçeyi yiyen: Yüksek faiz, tekellere vergi muafiyeti ve Kürtlere karşı savaş

Saray ve devletteki israf bütçede şüphesiz önemli bir yer tutmaktadır. Ama bütçeden esas aslan payını alan bunlar değil, devlet borcuna ödenen faizler, tekellere tanınan vergi muafiyetleri ve Kürtlere karşı yürütülen savaşın giderleridir. Bu yılın, 2024 yılının ilk 8 ayının bütçe açığı 973,6 milyar liradır. Bunun 764,1 milyar lirası faiz ödemelerinin yarattığı açıktır. Bu, borçlanarak yaşamanın sonucudur. 30 Haziran 2024 itibarıyla Türkiye’nin dış borcu 512 milyar dolardır. Şimdi bu bütçe açığını kapatmak için bir kez daha artacak, faizi de yükselecektir. Bütçenin diğer bir kalemi ise çoğu yandaş olan firmalara tanınan vergi muafiyetidir. Bunun için 2024 bütçesinde ayrılan ödenek 2,2 trilyon liradır. Bunun yaklaşık 1,7 trilyonu alınmayacak olan gelir ve kurumlar vergisidir. Eğer bu yandaş firmalardan işçi ve emekçilerden alındığı gibi gelir ve kurumlar vergisi alınsa bütçe hemen hemen açık vermeyecek duruma gelecektir. Borçla yaşamak sınırlandırılır ve zenginlerden işçilerden alındığı gibi vergi alınırsa Türkiye kalkınma yönünde adımlar bile atabilir. Ama bu iktidarlar yapıcı değil yiyici iktidarlardır. Sırf kendilerini düşünürler. Değiştirilmesi gereken de budur.

Bütçeye yarattığı büyük yük üzerinde hemen hemen hiç durulmayan konu ise Kürtlere karşı yürütülen savaşın giderleridir. Bütçede bu konunun tutarını belirten bir kalem yok, ama başta Savunma ve İçişleri Bakanlıkları olmak üzere değişik bakanlık ve kurumların güvenlikle ilgili bütçelerinden bu giderlerin bütçeye yükünü görmek mümkündür. Unutulmamalı: Bundan birkaç yıl önce “sivri biberin, domates, patates ve patlıcanın fiyatları durmadan neden artıyor?” sorusuna Erdoğan “Doğuda kullanılan mermilerin parası başka türlü nasıl çıkacak?” ve Bahçeli  de “bir obüs mermisi 1000, bir uçak bombası 3000, F16’nın bir saatlik uçuşu 14 bin dolar” diye cevap vermişlerdi. Zira bir harekâtta bir obüsün 100 top attığı düşünülürse sadece bunun bütçeye maliyeti 5 milyar dolardır. Buna bir de uçak bombalarının ve F16 uçaklarının masraflarını eklerseniz bütçeye Kürtlere karşı savaşın nelere malolduğu ortaya çıkar. Bu nedenle Bütçe açığından, enflasyondan bahsederken herkesin “unuttuğu” bu savaşın masraflarından da mutlak bahsetmek gerekir. Kürt sorunu tabu haline getirildiği için maalesef kimse bu konuya değinmiyor. Kaldı ki, bu konu yalnız bir bütçe sorunu değil, ülkenin demokrasi ve özgürlük sorunudur da. Kürtlerle barış istemenin, birlikte demokratik bir cumhuriyette eşit ve özgür yaşam isteminin böylesine boyutları vardır. 

Bütçe açığını halkın sırtına yükleyen Bakan Şimşek

Bütçedeki bu büyük açığın ise giderilmesi, kapatılması gerekmektedir. Bu da Maliye ve Hazine Bakanı Mehmet Şimşek’in işidir. Ama Mehmet Şimşek bunu nasıl başaracak? O kadar parayı, 2,6 trilyon lirayı nereden ve nasıl bulacak? Onun için iki yol vardır: Birincisi vergileri yükseltmek ve yeni vergiler yaratmak, ikincisi dışardan borç bulmak ve almaktır. Burada soru Şimşek vergileri kimden alacaktır? Halktan mı, zenginden mi? İşçiden mi, patrondan mı? Gayet tabii ki, Şimşek yeni vergileri zenginden, patrondan değil, yine halktan alacak, işçinin, emekçinin, köylünün boğazını sıkacak, onların sırtına binecektir. Bunu da ücretleri sabit tutup vergileri arttırarak, her şeyi zamlayarak, emekçilerin aylıklarını düşük tutarak, köylüye desteği keserek yapacaktır ve yapmaktadır da. Bu yıl Temmuz ayında asgari ücret arttırılmadı. Milyonlarca işçi açlık ve yoksulluk sınırının altındaki ücretle çalışmaktadır. Emeklilere istedikleri 5 bin lira zam bütçe kaldıramaz diye verilmedi. Köylülere verilen mazot ve elektrik desteği kaldırıldı, Köylüye verilen alış fiyatı ürünün maliyetini karşıklamaz oldu. Köylü artık malını toplamadan tarlada bırakmaktadır. Bunlar açığı kapatmaya yetmedi. Bunun üzerine Şimşek yeni vergiler ihdas etmektedir. Kol saati satışlarından, emlâk alım ve satımlarına, kiralara yeni vergiler getirmekte, yeni KDV ve ÖTV düzenlemeleri yapmaktadır.

Ama görülen o ki, Şimşek’in aldığı önlemler bütçe açığını kapatmaya yetmeyecektir. Şimşek dışarıdan yine borç almak zorunda kalacaktır. Bu borcun kendisini ve faizini de yine işçinin, emekçinin, köylünün sırtına yıkacaktır. Eğer bu borca yüzde 50 faiz verileceği düşünülürse bunun ülkeye yaratacağı yıkımı insan tasavvur bile etmek istemez. Ama etmesi gerekir. Zira borç bulmak için yollara düşen Şimşek’e yabancı bankalar ağır şartlar koşmaktadır. Bu şartlardan biri döviz kurlarının yüzde 10’dan fazla oynamamasıdır. Bu şartı Şimşek’in kabul etmesinden sonra Bank of America müşterilerine “dolarlarınızı Türkiye’ye götürün, dolar bazında en az yüzde 20 faiz alacaksınız” tavsiyesinde bulunmuştur. “Bu kârı başka hiçbir yerde elde edenezsiniz” diye de eklemiştir. Ülke soyuluyor, ama Şimşek’in, Erdoğan’ın umurunda değil. Onlar için önemli olan günü birlik zevahiri kurtarmaktır. Aylardan beri dolar kurunda büyük değişiklik olmamasının nedeni Şimşek’in yabancı bankalara verdiği sözdür. Şurası bilinmeli ki, liraya verilen yüzde 50 faizle ve dolara garantilenen yüzde 20 faizle hiçbir ülke kalkınamaz, açığını kapatamaz, dış ülkelere bağımlılıktan kurtulamaz. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durum budur. Değişmesi gereken bu dolar bağımlılığından kurtulmaktır. Kalkınmak isteniyorsa ilk iş bu bağımlılıktan kurtulmaktır.

Üretimi tüketimi karşılamayan bir ülke: Türkiye

1946 yılına kadar Türkiye Batı ile Doğu, sosyalist ülkelerle kapitalist ülkeler arasında bir tampon, tarafsız ülke konumunu alırken bütçesi açık vermiyordu, ticaret veya cari açığı yoktu, geliri giderine denkti, üretimi tüketimine yetiyordu. 1946’da tarafsız konumunu terkedip Batı blokunda yer almaya başlamasından, Amerikan yardımını almasından, Kore’ye asker göndermesinden ve NATO’ya girmesindan sonra Türkiye’nin mali ve ekonomik durumu değişmeye, bütçesi ve ticareti açık vermeye, üretimi tüketimi karşılamamaya, geliri giderini tutmamaya, diğer bir tabirle “iki yakası bir araya gelmemeye” başlamıştır. Türkiye bundan sonra devalüasyon, enflasyon, döviz sıkıntısı, IMF, Dünya Bankası ile tanışmıştır. Yine de halkın büyük bir kısmı, özellikle tarımda yaşayan kesim kendini besleyebiliyordu.

Bu durum 2002’de Erdoğan ve AKP’nin iktidara gelmesiyle hızla negatif yönde değişmeye başladı. Özellikle son 5 yılda bu daha da kötüleşti. Bütçe açığı, dış ticaret açığı büyüdü, ürettiği tüketime yetmez oldu. Ülkede tarım, hayvancılık hemen hemen öldü. Bir tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye dışarıdan soğan, patates, buğday, saman, yem, et ve hayvan ithal etmeye başladı. İthal ara malına dayalı çarpık bir sanayi yaratılmaya çalışıldı. Buna karşılık 12 Eylül sonrası Özal döneminde özelleştirmeye başlanan yüz yıldan beri yaratılan, halkın, devletin malı olan bankaların, ticaret ve sanayi işletmelerinın satışı Edoğanla birlikte hızlandı. Erdoğan döneminde 10 şeker fabrikası satıldı, alanlar fabrikaları kapattılar, arsaları değerlendirdiler. Bugün Türkiye şeker üreten değil, şeker ithal eden ülke haline geldi. Ayrıca 8 termik santralı ve 9 hidroelektrik santral satıldı. Alanlar çevreyi, halkın sağlık ve yaşam alanlarını dikkate almadan, bunları tahrip eden bir üretim gerçekleştirmektedirler. Edoğan halka ve doğaya karşı çoğu yandaş olan bu tekelleri korumaktadır. Bu ve diğer devlet kurumlarının satışından Erdoğan 3 trilyon dolar gelir elde etmiştir. Bu para ne devletin hazinesinde, ne de Merkez Bankası’nda bulunmaktadır. Bunlar bugün tamtakırdır. Bu paralarla halkın bir yarası sarılmamıştır, ülkeye üretim yapan bir fabrika kurulmamıştır, Bu paraları Erdoğan ve çevresi şu veya bu şekilde iç etmişlerdir. Ülke sonunda bugünkü gibi “iki yakası bir araya gelmez” duruma gelmiştir. Halk enflasyon ve pahalılık altında ezilmektedir, bir çıkış yolu arıyor, ama bulamıyor. O zaman ne yapmalı sorusu sürekli gündeme gelmektedir.

Erdoğan gönderilmelidir ama nasıl?

Ülkenin ve halkın içine düştüğü bu durumdan kurtuluşun ilk adımı Erdoğan rejimine son vermektir. Bu nasıl başarılacaktır? Halk şimdiye kadar başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet partilerinden bir şeyler yapmasını bekledi. Bunun ilk sinyalini yerel seçimlerde verdi. Yerel seçimlerden muhalefet güçlenerek çıktı. Ama başta CHP olmak üzere muhalefet halkın verdiği sinyali anlamadı. Halk muhalefetten Erdoğan’ın gönderilmesi içi meydanları ve sokakları dolduran bir kampanya açmasını, bir hareket yaratmasını, en azından erken seçimin şart olduğunu haykırmasını bekliyordu. Muhalefet ise yığınları meydanlara çıkararak bir erken seçim kampanyası yerine Erdoğan ile normalleşme ve yumuşama yolunu seçti ve onun iktidarına daha 4 yıl tahammül edilmesi gerektiğini dillendirmeye başladı. Bu halk yığınlarında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Bunu fırsat bilen Erdoğan kendisini toparlamayı ve yerel seçimlerden aldığı yenilgiden hızla kurtulmayı başardı. Şimdi oy olarak yeniden en güçlü parti konumuna gelmeye başladı.  

Bu yalnız CHP gibi bir burjuva muhalefetinin başarısızlığı değil, demokratik, sol, ilerici ve devrimci güçlerin de bir başarısızlığıdır. Çünkü onlar da yerel seçim sonrası halkın verdiği mesajı doğru anlayıp, onu “Erdoğan rejimini sonlandıralım!” gibi bir kampanyaya dönüştüremediler. Bunun için zaman daha geçmiş değildir. İşçi ve emekçi yığınlarında arayış hâlâ sürmektedir. Şimdi tüm sol, sosyalist, demokratik ve devrimci güçler, kadın, gençlik, çevre ve Kürt hareketi, meslek örgütleri, sendikalar ve odalar, irili-ufaklı kendisine sol, sosyalist, komünist, işçi, devrimci, demokrat diyen tüm parti ve örgütler erken seçim de dâhil Erdoğan rejimine hemen son vermek için bir araya gelmeliler, eylem birliği ittifakı oluşturmalılar. Hemen yığınlara gidilmeli, onlar içinde çalışıp örgütlenilmeli, Erdoğan rejimine karşı bir hareket yaratılmalıdır. Erdoğan’ı gönderecek olan yığınların hareketi olacaktır. Bu hareketi yaratmakta en büyük görev sol, sosyalist, komünist, demokratik devrimci güçlere düşmektedir. Halkın kendi kaderini değiştirmesi için harekete geçmesi sağlanmalıdır. Erdoğan başka türlü ne şimdi. ne de 2028’de gider.

Bir yanıt yazın