Mecliste bir tokalaşma, Bahçeli ve DEM Parti Kürtler “kandırılma” ve “aldatılma” dönemini çoktan aştılar
Altay PAMİR
TBMM’nin Ekim ayı başında yapılan yeni dönem açılış töreninde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasında çöken ekonomiden, olmayan hukuk ve adaletten, kaldırılan hak ve özgürlüklerden, iç politikadan dış politikaya kadar birçok konuya değindi. Tabii ki, Erdoğan’a göre ne ekonomi çöküyor, ne hukuk ve adalet yok oluyor, ne de hak ve özgürlükler kaldırılıyor. Denebilir ki, Türkiye’de her şey “güllük-gülistanlık”! Artık Erdoğan’ın Türkiye’nin gerçekliğini ters yüz eden bu konuşmalarına “alışıldı”. O bu konuşmalarında kendi seçmenine “zorluklarına” rağmen Türkiye’nin ne kadar refah içinde demokratik bir ülke olduğu mesajını vemeye, halkı manipüle etmeye çalışmaktadır.
12 Eylül Anayasası yerine yeni “sivil” Anayasa
Ama Erdoğan’ın bu yılki konuşmasında mutlak dikkate alınması gereken iki konu vardı. Birincisi artık 1980 darbesinden kalma askerlerin yaptırtığı ve Erdoğan’ın en az 10 kere değiştirdiği demokratik olmayan bu Anayasa’nın kaldırılması ve yerine sivil, “demokratik” bir anayasanın yapılması, bu dönem Meclis’te bunun başarılmasıydı. Erdoğan’a göre; “yeni Anayasa’nın kutuplaştırıcı değil uzlaştırıcı, ayrıştırıcı değil birleştirici, yasakçı değil özgürlükçü” olması ve “yeni Anayasa’nın hazırlık sürecinde her türlü fikre saygı” duyulması, “her düşüncenin ilgiyle” dinlenmesi gerekiyordu.
Bunları duyan zannedecek ki, Erdoğan değişmiş, demokratikleşmiş, halkı kutuplaştıran, ayıran bir Anayasa değil, çok halklı, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir ülke olan Türkiye’nin bu çokluğunu “kapsayan” yeni bir Anayasa istemektedir. Oysa Erdoğan değişmez, O ne demokrasiye tahammül eder, ne de kutuplaşma ve ayrıştırmaktan vazgeçer. Ama Erdoğan’ın söylediği ile yaptığı birbirine uymasa da, en azından O’na Türkiye gerçeğinin kapsayıcı bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu söyletmesi, O’nun büyük bir sıkıntı içinde, iktidarının da zorda olduğunun göstergesidir. İktidarının devamı yeni bir Anayasa’yı gerektirmektedir. Bunun için herkes dinlenmeli, uzlaşı aranmalı ve sonunda Erdoğan Cumhurbaşkanı kalmalıdır. Erdoğan’ın böyle bir itirafı halkta da yeni mücadele olanakları yaratacağının işaretidir.
İsrail’in saldırı hedefinde Türkiye mi var?
Erdoğan’ın konuşmasındaki önemli olan ikinci konu ise Filistin-Gazze’de soykırım, Lübnan’da katliamlar yapan, bölgede komşularına saldıran İsrail’in hedefinde Türkiye’nin de olduğunu söylemesiydi. Erdoğan konuşmasında bunu şöyle ifade etti: “’Vaat edilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır… Bakınız Hatay’ın Yayladağı ilçesindeki Suriye sınırından, Lübnan sınırı, karayoluyla 170 kilometredir… Yani işgal, terör, saldırganlık hemen yanıbaşımızdadır… İsrail sadece Gazze’ye değil Batı Şeria’ya, İran’a, Yemen’e, Suriye’ye de saldırıyor, Mısır ile yapılan anlaşmaları alenen ihlal ediyor… Savunma sanayiinde, güvenlikte, terörle mücadelede ve dış politikada stratejik hamlelerle ülkemizin caydırıcılığını güçlendiriyoruz. Fitne girişimleri karşısında millet olarak, 85 milyon olarak ‘iç cephemizi’ sağlam tutmaya gayret ediyoruz…”
Erdoğan için halkı her zaman dışta bir düşmana karşı kendi etrafında toplamak kolay olmuş ve bunu iktidarını sağlamlaştırmak için kullanmıştır. Şimdi de Filistin ve Lübnan’daki müslüman “kardeşlerimize” saldıran İsrail Türkiye’ye de saldıracak diye halkı İslami ve milliyetçilik duygularıyla bir kez daha kendi etrafında kenetlemek ve iktidarını sağlamlaştırmak istemektedir. Ortadoğu’da savaş büyüyecek, Türkiye’yi de vuracak endişesi ile Erdoğan muhalefeti ve 85 milyonu kendi etrafında birleştirmek istiyor. Bu Erdoğan’ın iktidarda kalmasını sağlayacak en kolay, garantili yoldur. Ama İsrail’in Türkiye’ye saldırması ise zordur. Bu biraz ABD’nin isteğine bağlıdır. ABD’nin hesapları ise bilinmez.
Durumdan vazife çıkaran Bahçeli: Kürtlerin olmazsa olmazlığı
Erdoğan’ın bu konuşmasından vazife çıkaran, üstüne büyük bir görev düştüğünü düşünen kişi Türk milliyetçiliğinin ve şovenizminin lideri MHP Başkanı Devlet Bahçeli oldu. Bu iki sorun onlar için gerçekten ciddiydi. Yeni bir Anayasa olmazsa 2028’de Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi suya düşüyordu. Bu ise yalnız Erdoğan’ın değil Bahçeli’nin de iktidarı kaybetmesi demektir. Sinan Ateş davası Demokles’in kılıcı gibi üstünde sallanmaktaydı. Onlar için iktidarı kaybetmek Yüce Divan’da yargılanmaktır. İktidarı kurtarmanın yolu Meclis’te yeni bir Anayasa çıkartmak ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması önündeki tüm engelleri kaldırmaktır.
Mecliste ise Cumhur İttifakı’nın yeni bir Anayasa çıkartacak çoğunluğu yoktur. Bu çoğunluğu bulmanın, sağlamanın tek yolu DEM Parti ile Kürt milletvekilleriyle anlaşmaktır. Bunu kim yapacaktı? Bu durumdan kendisine vazife çıkaran Bahçeli oldu. Düne kadar Meclis’te Kürt parti ve milletvekillerine en ağır her türlü hakareti, saldırıyı kendine hak sayan, Kürt halkına karşı düşmanlığı körüklemekte başı çeken Bahçeli, DEM Parti’ye, Kürt milletvekillerine alenen gitmekte ve onlara “görüşelim, konuşalım” mesajı vermekte bir beis görmedi. Çünkü söz konusu olan iktidar ve kendi hayatları, gelecekleriydi.
Ortadoğu’yu savaş sarsa Kürtler tek “kurtarıcı”
Erdoğan’ın konuşmasından Bahçeli’nin vazife çıkarttığı ikinci konu birincisinden daha “önemli” idi. Çünkü burada söz konusu olan iktidarla birlikte vatandı, Türkiye idi. Şimdiye kadar “bir gecede geliriz” diye İsrail’e meydan okuyan Erdoğan’ın yerine, şimdi karşımızda “bir gecede İsrail bize saldırabilir” diyen bir Erdoğan vardı. Her ne kadar İsrail’in Türkiye’ye saldırabileceği “gerçeği” birçok Türk aydını tarafından “gerçekçi” bulunmadıysa da, İsrail’in Gazze ve Lübnan’da başlattığı saldırının Ortadoğu’da nerede biteceği kestirilemediğinden, Erdoğan ve Bahçeli’nin böyle bir savaşın Türkiye’ye sıçramasından endişelenmelerinde doğru bir yan vardır. Çünkü Türkiye zaten Ortadoğu’da bir savaşın içindedir. İsrail öncülüğünde Ortadoğu’da çıkacak yeni bir savaş Türkiye’yi kaçınılmaz olarak içine çekecektir. Bahçeli görüşmeden sonra “Bugün mesele Beyrut değil Ankara’dır, hedef Şam, Bağdat değil İstanbul’dur” demesi boşuna değildir. Ortadoğu’da savaşın nerelere varabileceğini söylemektedir.
Ortadoğu’daki bu savaşın arkasında şüphesiz ki ABD olacaktır ve ABD’nin hedefi de Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmektir. Bir dönem ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un Asbaşkanı olan Erdoğan’ın böyle bir savaşın Türkiye’yi vuracağını bilen ilk kişi olmasında şaşacak bir durum yoktur. Buna karşı hazırlıklı olmak gerektiğini gören kişinin Erdoğan olması da çok doğaldır. Bu nedenle Erdoğan konuşmasında 85 milyonu kapsayan bir “iç cephe”yi sağlamaktan bahsetmesi anlaşılır bir durumdur. Sağlam bir “iç cephe” ise Kürtlerle birlikteliği gerektirir, Kürtlerle konuşma ve görüşmeyi gerektirir. Bu nedenle Bahçeli bu konuda da durumdan vazife çıkarıp DEM’e, Kürt milletvekillerinin ayağına gitmiştir. Koşullar bunu gerektiriyordu. Sorun hem taktik, hem stratejikti. Konu hem kendilerinin, hem ülkenin geleceğiydir. Kürtler burada kilit konumdadır.
Bahçeli’nin DEM Parti ziyareti hesaplanmış bir adımdır
Bahçeli’nin DEM’i ziyareti, Mecliste Erdoğan’ın konuşmasını dinledikten sonra “iktidar ve vatan tehlikededir, hemen harekete geçmek, Kürtlerle mutlak görüşüp anlaşmak, Türkiye olarak birliğimizi güçlendirmek gerekir” diyerek kendiliğinden, durumdan vazife çıkarıp DEM Partiye gitmek ve ziyaret etmek spontane olmamıştır. Basında da çıkan Erdoğan’ın konuşmalarından ve Bahçeli’ye verdiği destekten anlaşılmaktadır ki, bu ziyaret daha önce AKP ve Erdoğan ile görüşülerek alınmış bir karar ve atılmış hesaplı bir adımdır. Amaç çok bellidir: Cumhur iktidarı sallantıda, Erdoğan ve Bahçeli’nin geleceği karanlıkta, İsrail’in Filistin ve Lübnan’da başlattığı savaşın Ortadoğu’ya sıçraması Türkiye’yi parçalama tehlikesini içermektedir. Tüm bunlar, hem iktidarı elde tutmak, hem ülkenin parçalanmasını engellemek, Kürtlerle birlikte olmak ve hareket etmek zorunluğunu dayatmaktadır. Kürtlerle birliktelik yalnız Erdoğan ve Bahçeli için değil Türkiye için de hayati önemdedir.
İsrail’in Türkiye’ye saldırması için çılgın olması gerekir. Buna İsrail de biliyor. Ama bu savaşın arkasında ABD vardır. ABD hâlâ dünyanın en güçlü devletidir ve dünyayı istediği gibi dizayn etmek ve ona hükmetmek istemektedir. ABD için dünyaya en iyi hükmetme yolu ülkeleri paramparça etmek, bir kaos içine itmek veya bir savaşa sokmaktır veya bir gerginlik yaratmaktır. Ortadoğu ve Ukrayna’daki savaş ve Tayvan’daki durum bunlara örnektir. ABD “Arap Baharı” ile birlikte Ortadoğu’yu dizayna, BOP’u hayata geçirmeye başlamıştır. “Irak, Suriye paramparça. Şimdi sırada İran ve Türkiye mi var?” diye insan sormadan edemiyor. Yeni İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın İsrail ile sorunları sürekli barışçıl yoldan çözümünü vurgulaması boşuna değildir. Türkiye, Erdoğan ise bölge koşullarını hesap etmeden sürekli İsrail’i suçlayarak, bir yere kadar haklı olsa da, Hamas’ı destekler gözükerek, Lübnan’da Hizbullah’a ikiyüzlü davranarak, bölgede Yeni Osmanlı hayalleri kurarak ABD’nin dikkatini çekmekte ve ABD’nin Ortadoğu’da ilk ders vereceği ülke konumuna gelmektedir. ABD’ye göre Türkiye’nin yumuşak karnı Kürtlerdir. O halde ABD’nin Türkiye üzerindeki oyunlarını bozmanın yolu Kürtlerle birlikteliği güçlendirmektir. Güçlü bir “iç cephe” Kürtlerle birlikteliği gerektirir. Bu Amerikan oyunlarının panzehiridir. Gelişmeler Kürtlerle her konunun, Irak’ın, Suriye’nin durumunun konuşulmasını, İmralı, Kandil, Öcalan, PKK, Barzani, Talabani, Muslim’le görüşmenin zorunluğunu dayatmaktadır.
Türkler her başları sıkıştığında Kürtlere koşarlar
Tüm bunlar Bahçeli’nin yanına AKP Genel Başkanvekili Efkan Ala’yı da alıp DEM Partiyi ziyaret etmesinin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Büyük bir ihtimalle özel olarak Erdoğan Bahçeli’nin gitmesini istedi. Çünkü şimdiye kadar Kürtlere, HDP’ye, Kürt Özgürlük Hareketi’ne demediği kalmayan, Türk milliyetçiliği ayyuka çıkmış birinin, Bahçeli’nin Kürtlerin ayağına gitmesi hem Türk kamuoyunda, hem Kürtler nezdinde işin ciddiyetini, inandırıcılığını en iyi gösterecek adımdı. Özellikle Türklerin Kürtlere karşı yaratılmış önyargılarını yıkacak bir içeriğe sahiptir.
İktidarın ve ülkenin zor duruma düştüğü durumlarda Kürtlere gitme ilk kez yapılan bir girişim değildir. Hem günümüzde hem tarihimizde bunun çok örneği vardır. Erdoğan’ın kendisi kaç kez İmralı’ya, Öcalan’a, Kandil’e, PKK’ya elçiler gönderip destek istemiştir. Oslo’dan Dolmabahçe’ye uzanan kaç süreç başlatmıştır. Erdoğan şimdi de yine büyük bir çıkmaz içinde ve Kürtlere gitmek zorunluluğunu duymaktadır. Yalnız Erdoğan değil, tarihte de başta Kemalist CHP olmak üzere burjuva muhalefet partileri de başları derde girdiğinde Kürtlere koşmuşlardır. 1950’de Menderes/Bayar Kürtlerin desteği ile iktidarı almışlardır. Atatürk de benzerini yapmıştı. Milli Kurtuluş Hareketine başlarken ilk kongreyi Erzurum’da Kürt ileri gelenleriyle yapmıştır. Burada Ulusal Kurtuluş Hareketinin temelleri atılmıştır. Erzurum’da sağlam Kürt cephesi Kurtuluş Savaşına en büyük desteklerden biri olmuştur.
Türk aydını: Kürtler bizi satacak mı?
Erdoğan ve Bahçeli’nin bu adımından en çok kuşkulanan, hatta hoşlanmayan Türk aydınları olmuştur. Çünkü onlar “Kürtler Erdoğan ile anlaşacaklar, elde edecekleri bazı haklar “demokratik kazanımlar” için, Türkiye’de demokrasiyi satacaklar, Erdoğan diktatörlüğünü, İslami faşizan tek adam rejimini Türklerin tepesinde, Türkiye’nin başında kalmasını sağlayacaklar” diyorlar. Bunun sonu “Kürt muhaliflere demokrasi, Türk muhaliflere cop” olacaktır diye kaygılanıyorlar. Kürtlerin ise kendilerine uzanan eli reddetmemeleri, buradan yeni bir barış sürecinin doğma olanağına sıcak bakmaları Türk aydınını ciddi olarak endişelendirmiştir. Onlar “Kürtler yine Erdoğan’ın oyununa gelecekler, Erdoğan’ın, Bahçeli’nin dediklerine kanacaklar” diye yakınıyorlar, “Erdoğan kendilerini kullandıktan sonra sırtını döneceğini, sudan çıkmış balık gibi tek başına ortada bırakacağını bilmiyorlar mı, Erdoğan’a, Bahçeli’ye inanılır mı?” diye kızıyorlar, “Kürtler bizi satıyorlar” diye hayıflanıyorlar.
Türk aydınının bu tutumu özde yanlıştır, bencildir, yüzeyseldir, düz mantıksaldır, koşulları analiz edememektir. Türk egemenlerinin yıllardan beri enjekte ettikleri hâkim ideolojisinin dışına çıkamamalarının göstergesidir. Kürtlerin Türk aydınlarını satmadığının ve satmayacağının son örneği 2013-15 barış sürecidir. O zaman da Erdoğan’ın başkan olma planları vardı ve bu plan için Kürtlerin desteğine muhtaçtı. Bu destek karşılığında Kürtler bazı demokratik hak ve özgürlükler elde edecekti. O zaman da şimdiki gibi Türk aydını “Kürtler bizi satıyor, demokrasiyi satıyor, Erdoğan’ı başımıza diktatör yapıyor” diye yaygarayı kopardı. Bunun üzerine Demirtaş o meşhur “Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağız!”la başlayan ve biten tek cümlelik grup toplantısı yaptı. Evet! o an için Erdoğan başkan olamadı. Ama bunun intikamını Demirtaş’ı zindana atarak, kendine göre bir diktatörlük kurarak aldı. Sonunda bu günlere gelindi.
Kürtlerin özgürlüğü, Türklerin de özgürlüğüdür
Türkiye’de demokrasi isteyen, özgürlükler isteyen Türkler artık bir şeyi iyice beyinlerine kazımaları gerekir. Kürtler özgür olmadan, Türkler de özgür olamaz. Kürtler bazı demokratik hak ve özgürlükler elde etmeden, Türkler de bazı demokratik hak ve özgürlükler elde edemez. Marks’ın şu meşhur sözü bugün de geçerlidir: “Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz!” Bugün Türkiye’de Kürt halkını ezen Türk halkı asla özgür olamaz, Erdoğan gibi bir diktatörden kendini kurtaramaz. Eğer Türk halkı Erdoğan’dan kurtulmak istiyorsa O’nun Kürtlere karşı uyguladığı baskıya, yürüttüğü savaşa karşı çıkması, Kürtlerle hemen barış müzakerelerine başlamasını, ayrılma, ayrı devlet kurma dâhil Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını savunması ve bunun için mücadeleyi yükseltmesi gerekir. Böyle bir tutum Kürtlerle Türkleri daha çok birbirine bağlayacak, demokratik bir cumhuriyette eşit, özgür, özerk ortak barışçıl yaşamı sağlayacaktır. Böyle bir Türkiye’yi ne Amerika, ne Avrupa bölmeyi aklından bile geçiremez.
Bu nedenle iktidardakilerin, Erdoğan-Bahçeli gibi eli kanlı diktatörlerin hangi sebeple olursa olsun, ister kendilerini iktidarda tutmak, ister ülkeyi sahiplenmek olsun, hangi art niyetle olursa olsun ezilen ulusla, burada Kürt halkıyla onun durumunu görüşmek için bir el uzatırsa “ama ve fakat” demeden bu el tutulmalı, görüşmeler ustaca yürütülmeli, pazarlıktan kaçınılmamalıdır. Unutulmamalı ki, Kürtlerin elde edeecekleri her hak Türklerin özgürlüğü olacaktır. Bu nedenle Türklerin endişeleri, “Kürtlere özgürlük, Türklere cop” anlayışları kökten yanlıştır. Türk aydınlarının, işçi ve emekçilerinin, köylülerinin iktidarla Kürtler arasında oluşacak bir ilişkiye demokrasi ve özgürlükler açısından bakması gerekmektedir.
Kürtlerle her müzakere Erdoğan diktatörlüğünün çöküşünü hızlandıracaktır
Erdoğan ve Bahçeli’nin de kendilerine göre hesap ve kitapları vardır. Onların hesapları toplama ve çıkarmadan öte gitmez. Bildikleri, attıkları adımla kendilerine ne kadar oy geleceği, ne kadar fazla milletvekili kazanacakları, daha ne kadar iktidarda kalacaklarıdır. Onların iktidarda kalmaları pahasına elde edilecek bazı haklar, mesela Öcalan üzerindeki tecritin kalkması, başta Demirtaş, Kavala olmak üzere politik tutukluların serbest bırakılması, kayyum atamalarının durdurulması, İmralı ve Kandil ile barış müzakerelerinin başlaması, parlamenter sisteme geçilmesi gibi adımlar Türkiye’deki demokratik havayı büyük ölçüde etkileyecek ve halkın mücadele azmini güçlendirecektir. Kürtlere “azıcık” da olsa özgürlük tanıyacak bir Erdoğan artık copu bırak vurmayı, eline bile alamaz. Şimdiki gibi diktatörlük uygulayamaz hale gelecektir.
Kürtlere tanınan bir hakla sonunda toplum öyle bir duruma gelir ki, Erdoğan’ı diktatörlüğünü uygulayamayacak duruma getirir. Kürtlere tanınan her hak Türkiye’nin köklü bir şekilde demokratikleşmesi ve özgürleşmesinin ilk adımları olacaktır. Bu nedenle Türk aydın ve emekçileri, toplumu iktidardan Kürtlere gelecek her girişimi kuşkuyla değil, olumlu karşılamalı ve desteklemelidir. Burada ezilen halkın özgürlüğü ile toplumun demokratikleşmesi arasında çok ince diyalektik bir ilişki vardır, bu asla gözden kaçırılmamalıdır. Eğer bu 2015’de bu netlikte bilinseydi, Erdoğan başkanlık makamına oturtulması karşısında Kürtler bazı hak ve özgürlükler elde etseydi, Erdoğan bugün kurduğu ceberut, İslami faşizan diktatörlüğüne ulaşamazdı. Bugün Türkiye bambaşka olabilirdi. Şimdi iktidarın uzattığı el bu genişlikte düşünülmeli, bunun yaratabileceği demokrasi olanağı gözden ırak tutulmamalıdır.
Ne abartılmalı, değersiz görülmeli ne de küçümsenmeli
Kürtler ise kendilerine uzatılan eli hem olumlu hem de temkinli karşılıyorlar. Olumlu buluyorlar, çünkü “Kürt sorununu tartışmak ve görüşmek için iktidar tarafından gelen her adımı ciddiye almak gerekir. İktidar tarafından kimden gelirse gelsin böyle bir adım ne abartılmalı, değersiz görülmeli, ne de küçümsenmelidir” diyorlar. Zira Kürt sorununun bu ülkenin ve Ortadoğu’nun en temel sorunu olduğunu biliyorlar. Onlar için de Türkiye’nin dermokratikleşmesi ve özgürleşmesinin baş unsurudur. Bu sorunun çözümü de silah değil, politiktir, müzakeredir, tartışmadır, barışçıl yoldur. Bahçeli gibi iktidarın önemli bir bileşeninden gelen böyle bir adımın nasıl gelişeceğini biraz bekleyip görmek gerekir demektedirler. Şu saptama da yaplmaktadır. Yeni bir süreç başlayacaksa, bu bundan öncekinden farklı olacaktır. Bu sürece de İmralı ve Kandil mutlak katılacaktır, ama bu kez görüşmelerin, müzakerelerin merkezi Meclis olacaktır. Katılım MHP’den, AKP’den CHP’ye kadar geniş bir kesimi kapsayacaktır, uzlaşma tabanı çok geniş olacak ve kamuoyunda büyük bir kabul görecektir. Tabular yıkılacak, halklara özgürlük yolu açılacaktır.
Kürtler aynı zamanda temkinli davranacaklarını da belirtmekteler, çünkü hem adımı atan kişinin, hem iktidarın karakteri, şimdiye kadar Kürtlere ve tüm demokratik güçlere karşı tutumları çok iyi bilinmektedir. Onların Kürtlere gelmeleri büyük bir politik sıkıntı içinde olduklarını göstermektedir. Değerlendirilmesi gereken bu durumun demokrasi ve özgürlük açısından Kürtler ve Türklere ne getireceğidir. Bu da müzkerelerde ortaya çıkacaktır. “Kürtler yine kandırılıyor”, iktidar onlara “yine bir oyun oynuyor” gibi Türklerden gelen ithamlar yersizdir. Kürtler de iktidarla müzakerelerde yeteri kadar deney kazanmıştır. “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” dönemi bitmiştir. Kürtler artık çok iyi bir müzakerecidirler. Burada en önemli konu her iki tarafın da, içinde bulundukları zorlukları kabul ederek, birbirini anlayarak, samimi, her tarafın kârlı çıkacağı bir ortam yaratabilmektir. Burada kamuoyuna büyük görevler düşmektedir.
Başlarsa müzakerelerin başarısı kamuoyunun baskısına bağlıdır
Şimdiye kadar yapılan veya bilinen tek şey var. O da Mecliste Bahçeli’nin DEM’lilerle tokalaşmasıdır. Bundan ne çıkacağı daha belli değildir. Görülen o ki, görüşme ve müzakereler yeni bir anayasa yapımı sırasında ortaya çıkacaktır. İktidar kanadı DEM’den destek isteyecektir. DEM’de onlardan hem Anayasa ile ilgili, hem de Kürtlerle ilgili bazı istemlerde bulunacaktır. Bu istemlerin başında tüm maddelerinin açıkça tartışıldığı demokratik bir Anayasa olacak ve tecritin kaldırılması, politik tutukluların serbest bırakılması gelecek ve görüşmelerin bir barış sürecine evrilmesi için çalışılacaktır. Bu konularda DEM bazen Meclis’te büyük bir destek bulacak, bazen de yalnız kalacaktır. Bunu önlemek kamuoyunun Meclis üzerinde yaratacağı etkiye bağlıdır. Bunu gerçekleştirmek de sol, demokratik ve devrimci güçlerin omuzlarındadır. Bunun için sol, demokratik ve devrimci güçler demokratik bir anayasa konusunda zaman kaybetmeden harekete geçmeli, yeni bir barış sürecini gündeme getirmelidir. Toplumda, işçi ve emekçi yığınlar arasında “demokratik bir Anayasa nasıl olmalıdır?” konusunda geniş bir kampanya, tartışma açılmalıdır. Demokratik bir Anayasa’nın temel karakterinin Türkiye’nin çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü, çok dinli bir ülke olduğu gerçeğini yansıtmak olduğu anlatılmalıdır. Bu konu da özellikle CHP’lilerle, CHP tabanıyla çok dikkatli bir tartışma yürütülmelidir. Herkese Kürtlerle birlikte yaşamanın yolunun eşitlikten, özerklikten geçtiği anlatılmalıdır. Önümüzde çok dinamik bir dönem yaşanacaktır. Yığınlar harekete geçirilmeden ve doğru yönlere sevk edilmeden her şeyin eskisi gibi kalacağı, çok büyük bir değişiklik olmayacağı bilinmelidir. Her şey sol, demokratik, devrimci güçlerin, Sosyalist ve komünistlerin, Kürtlerin yığınlar içindeki çalışmasına bağlı kalacaktır.