İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder! İmamoğlu’na verilen ceza Saray’dan çıkmıştır!
Esen YILMAZ
ÖNCE 14 Aralık 2022 günü İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na “ahmaklık” sözü nedeniyle verilen 2 yıl 7 ay 15 günlük cezayı ve getirilen siyaset yasağını şiddetle kınıyoruz. Bu ceza kasıtlıdır, yargının değil Saray’ın kararıdır, yargının yüzkarasıdır, hukuksal bir temeli ise bulunmamaktadır. Bu karar Türkiye’de yargı ve adalet sefaletinin bir aynasııdır. Yargının bu kararı siyasi, sivil bir darbedir.
Cezanın hukuksal temeli yoktur, zorlamadır
Olayın gelişmesi gösteriyor ki, dava ve ceza için suç oluşmamıştır. Zira İmamoğlu kendisine “ahmak” diyen Soylu’ya “ahmak sensin” diyerek sözü iade etmiştir. Zaten Soylu’da İmamoğlu hakkında “bana ahmak dedi” diye yargıya başvurmuştur. Ama İmamoğlu’nun sözlerinden “Yüksek Seçim Kurulu YSK’ya hakaret etti” diyerek zorlama bir dava açıldı. Çünkü YSK İmamoğlu’nun açıklamasından kendisine hakaret yapıldığı yorumunu çıkartmıştır. Oysa İmamoğlu’nun kastettiği, kazandığı 31 Mart 2019 İstanbul yerel seçimlerini iptal ettirmek için Soylu’nun cansiperane çalışmasıydı. Hem Soylu’nun, hem Erdoğan’ın kamuoyunda yarattıkları baskı sonucu YSK’nın da seçimleri iptal etmek zorunda kalmış olmasıydı. Hem Soylu, hem Erdoğan, hem de YSK işledikleri hukuksuzluğun üstünü örtmek için ellerine bir fırsat geçirmişlerdi. Şimdi onlar bu fırsatı kullanarak hem kendilerini aklamaya kalkıyorlar hem de kaybettikleri İstabul BB Başkanlığı’nın intikamını almak istiyorlar. Davanın seyri de bunu göstermektedir.
Davaya ilk bakan Hakim Hüseyin Zengin Başsavcı’nın isteklerini kabul etmediği için Samsun’a sürüldü. Başsavcı Hakim Zengin’den İmamoğlu’na en az iki yıl ceza vermesini ve hakkında siyaset yasağı getirmesini istedi. Bunu yapması durumunda da Ağır Ceza Mahkemesi Reisliği’ne yükseleceğini söyledi. Hakim Hüseyin Zengin bu davadan böyle bir ceza çıkmaz deyince bu davadan alınarak Samsun’a sürüldü. Yerine getirilen Hakim 11. Kasım 2022’de şahitleri ve bilirkişi raporlarını dinledikten sonra “Bu sözlerin kime karşı söylendiği belli” diyerek Soylu’yu işaret etti. Ama 14 Aralık 2022’deki duruşmada da savcının istediği cezayı vermekten geri durmadı. Kendisine hangi makamların söz verildiğini kamuoyu çok zaman geçmeden öğrenecektir.
İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder
Bu söz Erdoğan’a aittir. Erdoğan rantıyla, sanayisiyle, ekonomisiyle, sanat ve kültürüyle, 16 milyon nüfusuyla Türkiye’nin kalbinin İstanbul’da attığını çok iyi bilmektedir. Belediye Başkanı olduğu 1994 senesinden, İBB Başkanlığı seçimlerini kaybettikleri 2019 senesine kadar İstanbul’un rantını tepe tepe yedi. 2019’da seçimi CHP’den Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasıyla İstanbul’u da kaybetmiş oldu. İstanbul’u kaybetmek demek, kendisinin de itiraf ettiği gibi, “Türkiye’yi kaybetmek” demekti. Türkiye’nin en büyük rantı İstanbul’dadır. Erdoğan ise rantsız yapamaz, yaşayamaz. Rant olmayınca çevresini besleyemez. Rant üzerinden yaratılan saadet zinciri koparsa herkes de Erdoğan’dan kopar. Çevresine yağma, talan, avanta sağlayamaz. İstanbul’un maddi, mali, manevi olanaklarına sahip olmayan bir iktidar yaşayamaz. Erdoğan bu rant uğruna “İstanbul’a ihanet ettiğini” bile kabul etmek zorunda kaldı.
2019 senesinden beri Erdoğan İstanbul denince geceleri kâbuslar görmektedir. Çünkü İstanbul elden gitmişti. Şimdi sıra Türkiye’yi kaybetmeye gelmişti. Ama ne yapıp, ne edip Türkiye’yi kaybetmemek gerekiyordu. Haziran 2023 seçimleri yaklaştıkca Türkiye’nin de elden gideceği gerçeği ortaya çıkmaya başladı. Artan hayat pahalılığı, enflasyon, sürekli gelen zamlar, işsizlik, yokluk, sefalet, ekonomik krizler, Kürtlere karşı savaş ve savaşın yutup götürdüğü milyarlar halkı bıktırdı. Artan faşizan baskılar, kısıtlanan demokratik haklar ve özgürlükler, kurduğu otoriter tek adam rejimi halkı bezdirdi. Her geçen gün seçimi kazanmak tehlikeye girmeye başladı. Birşeyler yapmak gerekiyordu. Yapılacak tek şey Türkiye’yi kaybetmemek için İstanbul’u geri almaktı. Bu Erdoğan için böyledir, ama aynısı CHP ve İmamoğlu ve sol ve demokratik güçler için de geçerlidir. Türkiye’yi kazanmak için İstanbul’u kaybetmemek gerekir. Tüm muhalefetin, sol ve demokratik güçlerin şimdi İstanbul’u vermemek, İstanbul’a kayyum tayin ettirmemek için yığınlar arasında çalışması ve yığınların meydanlara çıkmasını sağlamalıdır.
Türkiye’yi kaybetmemek için İstanbul’u geri almak gerekir!
Erdoğan, İmamaoğlu’nun ilk seçildiği 31 Mart 2019 senesinden beri İstanbul’u geri almak için uğraşıyor. Bu işe İçişleri Bakanı Soylu’yu görevlendirdi. Soylu Kürt illerindeki belediyelere kayyum atamak için uydurduğu PKK taraftarlığı suçlamasını İstanbul Belediyesi’ne de yapıp, İmamoğlu’nu görevden alıp, yerine bir kayyım atamak istedi. Bunun için İmamoğlu’na saldırıya geçti. “İmamoğlu İstanbul Belediyesi’ni PKK’lılarla dolduruyor, şu an 500 PKK’lı İstanbul Belediyesi’nde çalışıyor” diye yaygarayı kopardı. İstanbul Belediye’sine teftiş için bakanlık müfettişleri gönderdi. Ama tutmadı, müfettişler suç olabilecek bir şey bulamadılar. Şimdi bu “ahmak” davası gökten Allah’ın bir lütfu gibi indi. Hüküm giymis, siyaset yasağı almış bir kişi olarak İmamoğlu artık Belediye Başkanı olamazdı.
Esasen Kürt illerindeki belediye başkanları için de bu geçerlidir. Ama orası Doğu, Kürdistan, orada Erdoğan ve Soylu’nun “orman yasaları” geçerlidir. İstanbul Batı, Avrupa, orada “sivil” yasalar bazen Kürdistan’da olduğu gibi tam çiğnenemiyor. Müfettiş raporlarının, kamu baskısının daha dikkate alınması gerekiyor. Soylu Kürt belediyelerine de müfettişler gönderdi, müfettişler bir şey bulamadıklarını açıkladılar, ama orası Kürdistan. Kışanak’tan Mızraklı’ya kadar Kürt illerindeki belediye başkanları ispatlanmayan “örgüt üyesi” gerekçesiyle görevden alındılar, yerlerine kayyumlar atandı. O zaman Batı illerinde Kürt illerindeki bu görevden alınmalara, kayyum atamalarına ses çıkmadı, protestolar yükselmedi. Kürt belediye başkanlarının başına gelenlerin bir gün kendi başlarına da gelebileceğini düşünmek istemediler. Erdoğan’ın Kürt illerini hallettikten sonra Batı’daki CHP’li 4 büyük şehir belediyelerini gündemine alacağına ihtimal vermediler. Çünkü orası Kürdistan’dı, PKK ile bir ilişkileri olabilirdi. Kendileri ise Batı’da idiler. PKK ile bir ilişkileri olamazdı ve Erdoğan böyle bie suçlamaya yeltenemezdi. Kürt illerindeki kayyum atamalarına Batı’da susmak Erdoğan’ı cüretlendirdi. İlk olarak İstanbul’dan başladı. Hem de PKK iltisaklı suçlamasını yapmaya, hem de hukuki adımlar için gerekçeler toplamaya başladı. Doğu’da olduğu gibi PKK suçlaması tutmadı, ama hukuki bir kulp buldular. Artık kayyum sırası Batılı belediyelere gelmişti. Artık umarız anlamış olurlar ki, bu Batılı belediyelere bir ders olur. Yılların deneyi Batı’da Türklere gösrtermiş olması gerekir ki, Kürtlere yapılan bir saldırıdan sonra sıra hep Batı’dakilere ve komünistlere gelmiştir. Şimdi sıra İstanbul BB Başkanlığı’na gelmiş bulunmakta. Sonra sıra diğerlerine de gelecektir.
Şimdilik görülen şu ki, İmamoğlu için Saray’ın “bağımsız” yargısını işletilecek, İmamoğlu’na verilen ceza önce İstanbul İstinaf Mahkemesi’ne, oradan da Yargıtay’a gidecek. Bu süreç normal olarak en az iki sene alır. Ama bu ülkenin bağımsız olması gereken yargısı Saray’a, bir fiil Erdoğan’a bağlı olduğu için öncelikle oradan gelen emre bakar. Erdoğan diyorsa ki, “bu davayı 2-3 ay içinde bitirin”, o zaman bu dava da 2-3 ay içinde biter. Bunun için Erdoğan’ın yargıya “davayı öne alın, davanın hemen görülmesi gerekir” demesi yeter. Bunun olabileceğini, kamuoyu Mayıs 2023 sonuna atılan 6 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz davasının, Erdoğan’ın bir söylemiyle Ocak 2023 sonuna alınmasında gördü. Benzeri burada neden olmasın? Olur, dava da 2-3 ay içinde biter ve Soylu’da İBB’ye bir kayyum atar. İstanbul rantıyla eli bollaşan Erdoğan da cumhurbaşkanlığı seçimini rahat rahat kazanır ve 5’li çete gibi çevresindeki rantçılar da bol bol nemalanırlar. Erdoğan’ın planı bu. Tutar mı? Hep beraber göreceğiz. Tutmamasının tek yolu yığınları meydanlara dökmektir. Yığınlara, en başta işçi ve emekçilere gerçekleri anlatmak, Kürtlere karşı yapılan savaşa, kayyumlara, Demirtaş başta olmak üzere tutuklamalara karşı çıkmadan Erdoğan’ı durdurmanın zor olduğunu anlatmaktır. Bu zorluğu yenmek de sol, demokratik, devrimci güçlerin asli görevidir.
İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylık şansı arttı mı?
Bazı basın mensupları bu dava ile İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığının kesinleştiğini, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ise artık kesinkes söz konusu olamayacağı yorumunu yapıyorlar. “Yargı siyasete karıştı”, yargı Cumhurbaşkanlığı adayını belirledi, bu siyasete müdahaledir, demokrasilerde olmaması gerekir” gibi yazılar, yorumlar döktürmeye başladılar. Bunlara göre dava en az 2-3 sene sürecek, bu ara seçimler olacak, İmamoğlu’da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak. Dava da “uçacak”.
Bu ise Erdoğan’ın rakip olarak karşısında İmamoğlu’nu tercih ettiği anlamına gelir ki, pek inandırıcı gözükmüyor. Erdoğan için Kılıçdaroğlu daha “yutulabilir”, “halledilebilir” bir rakiptir. Zira Kılıçdaroğlu’na el altından veya açıkca saldırabileceği, seçilme şansını azaltabileceği konusunda elinde çok kozlar var. Erdoğan özellikle Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Kürt kimliğini kullanacaktır. Vahabi-Sünni-İslam’ın yaygınlaştığı ülkemizde zaten Alevilere, Kızılbaşlara, Bektaşilere karşı varolan önyargı iyice katlandı, bu yönde kutuplaşma arttı. Sünni kesimin Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceğinden hareket edilmekte ve 6’lı Masa’daki “müslüman” müttefikleri de Kılıçdaroğlu’na aday olmaması tavsiyesi etmektedirler. Basın mensupları özellikle mahkemenin bu kararının 6’lı Masa’daki milliyetçi, dinci kesimin elini güçlendirdiğini ve İmamoğlu’nu destekleyeceklerini söylemektedirler. Böylece Kılıçdaroğlu adaylık şansını kaybetmiş olmaktadır. Ülkede birçoğuna makul gelen bu yaklaşımın altında ise Türkiye’nin kanayan yarası yatmaktadır. “Aleviye oy verilmez demek ne demektir?!” diye bir çığlık kopmuyor.
Türk-İslam sentezi ile yüzleşilmeden Cumhurbaşkanlığı Seçimi kazanılamaz
6’lı Masa’nın kimi aday götereceği kendi işidir. Sol ve demokratik güçler için önemli olan Erdoğan’ın karşısına en geniş güçlerin desteğini kazanabilecek demokratik hak ve özgürlüklerden yana, savaşa karşı barışı ve Türkiye halklarının demokratik beraberliğini savunan ortak bir adayın çıkmasıdır. Şu anda bu ne Kılıçdaroğlu’dur ne de İmamoğlu. Bu konuda Akşener ve Mansur’un lafı bile edilmez. Tüm bu adı geçen adaylardan bağımsız olarak sol ve demokratik güçler kendi aday profilini kamuoyuna sürekli açıklamalı ve bu konularda kamuoyunu aydınlatmalıdır.
Ama son zamanlarda yaşanan “Kılıçdaroğlu Alevi’dir, halk oy vermez, Cumhurbaşkanı adayı olamaz” tartışması ile “6 yaşında bir kız çocuğunun nikahlanıp 9 yaşa kalmadan da evlenebilmesi İslami yaşam biçimidir, bizim de yaşam biçimimizin bir parçasıdır” tartışması üzerinde durmak gerekiyor. Ne demektir, “Alevidir oy verilmez”? Ne demektir, “6 yaş dinimiz için vaciptir”? İnsan ister istemez “biz nerede yaşıyoruz?” diye sormak istiyor. “Biz Türkiye’de yaşıyoruz, yasalar var, her TC-Vatandaşı Cumhurbaşkanı da, Başbakan da olabilir, evlilik yaşı 18’dir” diyebilirsiniz. Ama gerçek bu değil. Yaşadığımız ülkenin gerçeği bu değil. O zaman yaşadığımız ülkenin gerçeği nedir? Yaşadığımız ülkenin gerçeği Türk-İslam sentezidir. O zaman nedir bu herkesi farkında olmadan esir alan Türk-İslam sentezi?
Türk-İslam sentezi demek bu ülkede yaşayan herkesin kendisine “Türküm” demek zorunda olmasıdır. Bu ülkede yaşayan herkesin Sünni-Vahabi-Müslüman olmak zorunda kalmasıdır. Olmak istemeyene de bu ülkede yaşam hakkı yoktur. Bu nedenle bu ülke kendi vatandaşı olan Kürtlere karşı hemen hemen 40 yıldır savaşmaktadır. PKK’yı Kürtlerin hakkını istediği için kökü kazınılacak baş düşman ilan etmektedir. “Alevi bizden değil!” diyerek her türlü hakarete, cinayete maruz bırakılmaktadır. Türkiye’deki egemen güçlerin kendi iktidarlarını, rantlarını, sömürülerini garanti altına almak için bu Türk-İslam sentezine dört elle sarılmaktadırlar. İktidara karşı mücadele Türk-İslam sentezi anlayışıyla mücadeleyi, tarihteki Türklük adına işlenen Ermeni, Rum, Hıristiyan soy kırımlarıyla, Alevilere karşı işlenen katliamlarla yüzleşmeyi gerektirmektedir. Deir Zor Ermeniler için, Dersim Kürtler için bu katliamların duraklarıdır. Bunlar asla unutulmamalıdır, bunlarla yüzleşilmelidir. Sünni-Vahabi-Müslüman gibi yaşam biçimine karşı çıkılmalıdır.
Sol, demokratik, devrimci, komünist güçler ofansive geçmelidir
Bu yüzleşmeler öylesine önemlidir ki, ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel, kimlik krizinin altında yatan esas nedenler tarihle yüzleşemememizin sonuçlarıdır. Savaş bunun sonucudur, kutuplaşma bunun sonudur. Yoksulluk ve sefalet bunun sonucudur. Eğer Türkiye’de burjuva muhalefeti dahil, sol ve demokratik güçler, işçi ve emekçiler bir seçim kazanmak, hele bir devrim yapmak istiyorsa, önce bu Türk-İslam senteziyle yüzleşmesi, bu konuda ideolojik üstünlüğü elde etmesi gerekir. Eğer burjuva muhalefeti aylardan beri “Kılıçdaroğlu Alevidir, millet oy vermez” diye bir tavır takınacağına, ofansive geçip “Aleviler bu memleketin vatandaşıdır, bu ülkede yalnız sünni iktidarı yoktur” diye Türk-İslam senteziyle mücadeleye girselerdi, Erdoğan’ın planlarını suya düşürürlerdi. Erdoğan’ın yargısının İmamoğlu hakkında verdiği karara sevinip, “Kılıçdaroğlu’ndan kurtuluyoruz” demezlerdi. Tam tersine Kılıçdaroğlu seçimi kazanacak duruma gelir, İmamoğlu’na da ceza verilemezdi. Kılıçdaroğlu konusunda 6’lı Masa’nın davranışı Türk-İslam sentezi gereği faşizan bir tutumdur. Kılıçdaroğlu’nun bu konuda çoktan ofansife geçmemiş olması bir başka trajedidir. Aynı tutum Kılıçdaroğlu ve 6’lı Masa’nın HDP ile ilgili tutumu için de geçerlidir. Onlar bu konuda özeleştiri verinceye kadar Türk demokratik güçleri onları acımasızca eleştirmeli, Türk İslam sentezi ile yüzleşmeye başlamalıdır. Yüzleşme olmadan seçim kazanılamaz!
Sol, demokratik, devrimci ve komünist güçler seçim kampanyalarında esas olarak halkımızı bu yönlerde aydınlatmaya ve kazanmaya yönelmelidirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki bu Türk-İslam sentezi anlayışı anlaşılmazsa halkımız daima Erdoğan gibi islamist, Kılıçdaroğlu gibi Kemalist akımların peşinde gidecektir. Oyumuzu atarken şu veya bu aday için atmayacağız. Halkımıza oyumuzu yalnız “Erdoğan gitsin” diye değil, -ki onun gitmesiyle bir nefes alınacaktır-, oyumuzu aynı zamanda Türk-İslam senteziyle yüzleşmek için, demokrasi ve özgürlükler için, savaşa karşı barış için, halklarımızın demokratik birliği için atacağımızı açıklamalıyız. Mücadele daha yeni başlıyor.