Uncategorized

Allah’ın lütfundan Allah’ın gazabına/Boğaziçi Üniversitesi’nde kazanılan zafer ve çıkarılacak dersler

Mümin TOPRAK

ALLAH’ın lütfu ile gazabı hep yanyanadır, ikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Birine lütuf olan diğerine gazaptır. Birine gazap olan diğerine lütuftur. Esasında lütuf da gazap da Allah’ın değil, ”kul”un, insanın işidir, nasıl Allah da insanın işiyse. Bir an için insanoğlu kendisinin veya başkasının sebep olduğu bir zor durumu aşıp eline geçirdiği fırsat, güç ve iktidarla, intikam alırcasına, başkalarına, yenilenlere, ezilenlere ve sömürülenlere baskı ve zulüm etmeye başlar. Bunu da kendisine Allah’ın bir lütfu sayar. Ezilenler de, suçu olsun olmasın,  çoğu kez bunu kendilerine Allah’ın bir gazabı olarak algılarlar. Ama ne zamanki gazaba uğrayanlar “yeter artık!” deyip baş kaldırmaya, direnmeye başlarlarsa “Allah’ın lütfu” onlardan tarafa, gazabı da diğer tarafa doğru dönmeye başlar. Allah’ın lütfunu yalnız kendine mahsus olduğunu zannedenler birden Allah’ın gazabıyla karşılaşırlar. Bu ise şimdiye kadar haksızlığa uğrayan ve haksızlığı kabul etmeyen, direnen kulun gazabıdır, onun “Allah’ın lütfu”ndan intikamıdır. Bugün Türkiye’de böyle bir süreç yaşanmaktadır. Düne kadar “Allah’ın lütfunu” kendi inhisarında gören Erdoğan’ın bugün artık Boğaziçi direnişinin başarısıyla kulun, Allah’ın gazabıyla karşı karşıya bulunmakta olduğu görülmektedir. Halk arasında “Kul hakkını yiyene Allah’ın gazabı büyük olur” diye bir deyiş vardır. Erdoğan çok kul hakkı yedi, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedi. Artık Allah ona lütuf değil, gazap öngörmektedir. Bu gazap başta Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere yığınlardaki direniştir. Lütuf da gazap da insanoğlunun ellerindedir, sınıfsaldır. Egemenlerin lütfu ellerindeki güç, emekçilere zulüm ve zorbalıktır, onlara gazaptır. Emekçilerin de kendilerine lütuf gördükleri zulme karşı direnişleri, egemenlere gazaptır. 

Allah’ın lütfu ve Erdoğan

15 Temmuz 2016 darbesinden hemen sonra Erdoğan bu darbeyi kendisine “Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğünü ilan etti. Bu yalnız Erdoğan’ın darbeden haberdar olduğunun itirafı değil, aynı zamanda onun uzun yıllardan beri ağzında gevelediği demokrasiyi ve kurumlarını rafa kaldırıp Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen otoriter, islami-faşizan tek adam rejimini oluşturmak için bu darbeyi bir fırsat gördüğünün de itirafı idi. Darbeden sonra hemen ilan ettirdiği OHAL ve çıkarttığı KHK’larla faşizan rejiminin alt yapısını kurmaya başladı. Bugüne kadar Erdoğan darbeden ne kadar haberdar olduğunu ve darbenin yapılmasına ne kadar göz yumduğunu bir sır gibi sakladı ve hala saklamaktadır. Eski Genelkurmay Başkanı ve şimdiki Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın hem Meclis’te kurulan komisyona hem de mahkemelerde ifade vermesini önledi. Hatta Meclis komisyonunun hazırladığı darbe raporunu kendisi için tehlikeli görüp sümen altı etti. Darbenin siyasi ayağının tartışılmasına asla müsaade etmedi. Bir zamanlar “Ne istediniz de vermedik?” dediği ortağı Fethullah Gülen hareketini FETÖ diye bir terör örgütü gibi gösterip tüm hışmıyla onların üstüne yüklendi.  

Darbe’nin bir ayağı olan “FETÖ”cülere hukuk çerçevesinde karşı koymak, onları adil olarak yargılamak bir gereklilikti. Erdoğan ise bunu yapmadı. O hukuku bir kenara itip “FETÖ”cüler de dâhil devletteki tüm muhalif güçleri, demokratları, Kürtleri temizlemeye başladı. Allahın lütfu Erdoğan’ın elinde muhaliflere, demokratik güçlere, Kürtlere gazap oldu. Erdoğan demokrasiyi çiğneyerek devleti kökten ele geçirmek için ordudan emniyete, adliyeden mülkiyeye kadar tüm kamu kuruluşlarını kendi adamlarıyla doldurmaya başladı. Liyakat ve ehliyet aranmadan bir gecede AKP’li avukatlar yargıç ve savcı yapıldı, yeni ortak MHP’li bozkurtlar emniyete ve orduya dolduruldu. Artık Erdoğan’ın bir şey yaptırtmak için birilerine ne istiyorsunuz diye sorması dönemi kapanmıştı. Devlette “Hoca’dan” talimat alan değil, direk Erdoğan’dan talimat alan yeni bir dönem başlamıştı, devlet kurumlarına gerici, islami faşist bir kadro, bir güruh yerleştirilmişti. Erdoğan’ın eli kolu “özgürleşmişti.” O’nun Allah’ın lütfu dediği bu özgürlüğü idi, başkalarına gazabı idi. Artık tek adam rejimini kurmak için önünde bir engel yoktu.

Türkiye’de sivil darbeler dönemi

Allah’ın lütfu kısa zamanda ete-kemiğe büründü. 15 Temmuz Darbesi’nden 5 gün sonra 20 Temmuz 2016’da MHP ile anlaşarak Meclis’e 3 aylığına OHAL ilan ettirip ülkenin KHK’larla yönetilmesini sağlayan Erdoğan, böylece beklediği kendi darbesini gerçekleştirmiş oldu. 20 Temmuz darbesi. Bu OHAL ilanıyla yapılan sivil bir darbeydi. Bu ne bir ilkti ne de son. Bu, Türkiye’de yeni bir dönem başlangıcıydı: Erdoğan’ın otoriter faşizan rejiminin sivil darbeler dönemi. Erdoğan gece yarısı aldığı kararlarla sık sık sivil darbeler yaptı. Halkın iradesini hiçe sayarak Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanlarını görevden aldı, yerlerine kayyım atadı. Kızdığı Merkez Bankası Başkanlarını, genel müdürleri, rektörleri bir gece yarısı görevden aldı, yerlerine başkalarını atadı. Erdoğan darbeyi, sivil darbeleri Türkiye’de olağanlaştırdı. Artık Erdoğan ülkeyi sivil darbesiz yönetemiyordu.

OHAL ilk kez 3 aylığına ilan edildi, 90 gün değil 30 güne kalmaz kaldırılır dendi. Ama iki yıl sürdü. 18 Temuz 2018’de sona erdi. Daha doğrusu uzatılmadı. Bu iki yıl içinde yayımlanan 30’dan fazla kanun hükmünde kararname, KHK ile kamudan 125 binden fazla kişi ihraç edildi, 446 bin kişi hakkında adli işlem yapıldı, başta Kürt illeri olmak üzere binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, hapse atıldı. Özellikle üniversiteler ilerici, demokrat akademisyenlerden temizlendi. Bu akademisyenlerin çoğu yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Bu Türkiye’nin kaldıramayacağı yeni bir beyin göçü idi. 1431 dernek, pek çok yayın kuruluşu kapatıldı. Medya, gazete ve televizyonların büyük bir kısmı yandaş kuruluşlar haline getirildi. Sosyal medya takibata alındı. Erdoğan’a yönelik en küçük eleştiri soruşturma konusu yapıldı. İşçilerin grev hakkı büyük ölçüde kısıtlandı. Erdoğan işverenlere karşı övünerek OHAL’le iş dünyası üzerindeki grev tehdidini kaldırdıklarını söyleyebiliyordu. Hedefi ülkeyi “dikensiz gül bahçesine” çevirmek, tek adam rejimini kurmaktı. 15 Temmuz ve 20 Temmuz darbeleri bu rejimi kurma koşullarını yarattı.

Erdoğan sivil darbeler ve tutuklatmalarla büyük ölçüde insanları korkutma ve susturma hedefine ulaşmıştı. Tüm bunlar OHAL ve KHK’lar sayesinde yapılabilmişti. Erdoğan OHAL ne zaman bitecek sorularına hep “Bu iş bittiği zaman bitecek” diyerek hedefinde bir korku imparatorluğu yaratmak olduğunu hiç gizlemiyordu.

OHAL kalktı ama OHAL düzenlemeleriyle devam etti

 24 Haziran 2018 seçimlerinde Erdoğan’ın olağanüstü yetkilerle cumhurbaşkanı seçilmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen bir ucube sisteme geçilmesiyle Olağanüstü Hal’e, yani OHAL’e artık gerek kalmadı. Seçimler OHAL koşullarında yapılmış, Erdoğan istediğini elde etmiş, başkan seçilerek tek adam rejimini oluşturmada ilk adımı atmıştı. OHAL kaldırılmış, ama “terörle mücadele” bahane edilerek uzun gözaltı süreleri, kamu görevlilerinin görevden uzaklaştırılması gibi OHAL uygulamaları hayatta kalmıştı. KHK’lar yerine Cumhurbaşkanlığı kararnameleri gelmiş, OHAL yeni koşullarda “yaşamaya” devam etmiştir.

Bu günlerde Meclis’te tartışılan ve kabul edilen torba yasasında bazı maddeler “OHAL düzenlemelerinin uzatılmasını” kapsamaktadır. OHAL yok, ama OHAL düzenlemeleri var. Bunlar içeriği de uzun gözaltı sürelerinin üç yıl uzatılması ve kamuda çalışanların kolayca görevlerinden atılmasıdır. Kamudan gelen tepkiler sonunda “keyfi” uzun gözaltı sürelerinin uzatılması bir yıla indirildi. Ama bir yıl sonra Erdoğan ne yapıp ne edip bu süreyi yine uzattıracaktır. Çünkü Erdoğan seçimleri OHAL düzenlemelerinin geçerli olduğu bir dönemde yapmak, muhalifleri tutuklatıp onların seçimlere katılmasını engellemek, onları susturmak istemektedir. Erdoğan’a böylesine Allah’ın yeni bir lütfu olanağı verilmemelidir. Artık O Allah’ın lütfunu değil Allah’ın gazabını hak etmekte ve almaktadır. Rüzgâr tersine dönmeye başlamıştır.

Erdoğan’a “Allah’ın gazabı” değil kulun gazabı: Boğaziçi Üniversitesi direnişi

15 Temmuz 2016 darbesi üzerinden tam beş sene geçti. Erdoğan Allah’ın kendisine verdiği lütfu tepe tepe kullandı. Gazaba uğrattığı yığınların üstüne gerici, İslami-faşizan tek adam rejimini kurmakta epeyce mesafe katetti. Ama yığınlar da bu ara susmadı. Her fırsatta feryat etti, direndi. Bu feryatların, direnişin en etkilisi Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşandı. 2 Ocak 2021’de bir tatil günü darbesiyle Erdoğan Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atadı. Bu atama Boğaziçi öğrencileri, akademisyenleri, emekçileri arasında büyük bir tepkiye yol açtı. Tek kelimeyle Melih Bulu Boğaziçi Üniversitesi”ne her bakımdan uymayan biriydi. Bu atama kamuoyunun da vicdanını yaralamıştı.

Melih Bulu daha ilk günden üniversitede terör esirdi. Polisi üniversiteye çağırdı. Öğrenciler ve öğretim görevlileri üzerinde baskıyı arttırdı. Öğrencileri, öğretim görevlilerini içeriye, üniversite yerleşkesine sokmamaya çalıştı. Üniversite kapısına, bir eğitim ve bilim yuvasının kapısına kelepçe vurdurttu. Dünya kamuoyunun da tepkisini aldı. Üniversitenin çoğulcu, demokratik yapısına karşı çıktı. Üniversitenin işleyiş ve yapısını değiştirmeye kalktı. Öğrencileri tutuklattı, hapse attırdı, bazılarının ellerine ters kelepçe, bazılarının ayaklarına ev hapsi kelepçesi vurdurttu. Ama burası Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’nin en iyi üniversitesi, baskı ve zulme boyun eğmez.

Susmayacağız, aşağıya bakmayacağız, boyun eğmeyeceğiz

Bu zulme ve baskıya karşı Boğaziçi Üniversitesi ve öğrencileri başkaldırdı. Susmayacağız, boyun eğmeyeceğiz diye direnişe geçtiler. Polis öğrencilerin boynundan tutup “aşağıya bak!” dediği zaman öğrenciler “boyun eğmeyeceğiz!” diye haykırdılar. Polisin jobuna, kelepçesine, gözaltısına aldırış etmeden direndiler, Kadıköy meydanında toplanıp basın toplantısı ve mitingler yaptılar. Halktan ve diğer üniversitelerden dayanışmalar yükseldi. Yılmadılar, direnişlerini hem üniversite kampüsünde hem de dışarda meydanlarda sürdürdüler.

Üniversite öğretim görevlileri, akademisyenler daha baştan Melih Bulu’yu istemediklerini, atanmış değil seçilmiş rektör istediklerini ilan ettiler. Tepkilerini dillendirmek ve göstermek için her hafta rektörlük binası önünde toplanıp sırtlarına binaya dönerek Melih Bulu’yu protesto ettiler. Kar, kış, yağmur, sıcak, yaz demeden her hafta bu eylemi tekrarladılar. Onların direniş azmi asla kırılmadı, Bulu’nun çeşitli manevraları fayda etmedi. “Sen burada kabul görmüyorsun, buraya yakışmıyorsun, istifa et, çek git!” dediler.

Melih Bulu, “böyle direnişlere alışığız, 6 ayda tavsar, biter” dedi. Ama Melih Bulu yanılmıştı. Direniş hiç tavsamıyordu. Tam tersine her ay güçlenerek devam ediyordu. Melih Bulu bir türlü rektörlük yapamıyordu. Üniversiteyi yönetemiyordu. Direnişi kıramıyordu. “Kul” uğradığı gazabın, haksızlığın, zulmün intikamını almadan duramıyordu. Bu durum yalnız Bulu’yu değil Erdoğan’ı da bir çıkmaza sokmuştu. Bulu’nun verdiği 6 ay süre dolmak üzereydi. Direnişin ne biteceği ne de söneceği vardı. Ne polis ne de özel güvenlikçiler direnişi kırabiliyordu. Jopluyor, tutukluyor, ama ertesi günü daha gür bir direniş yükseliyordu. Artık Erdoğan için ne pahasına olursa olsun, karizmasına bir çizik atmanın, bir geri adım atmanın zamanı gelmişti.

Boğaziçi’nde “zafer”

Üniversite öğrenci ve öğretim görevlilerinin, emekçilerinin bu kırılmaz, ardıcıl direnişi karşısında Erdoğan harekete geçmek zorunda kaldı. Ne tesadüftür ki, 15 Temmuz darbesinin beşinci yıl dönümünde 15 Temmuz 2021 gece yarısı bir kararla, yine sivil bir darbe ile Melih Bulu’yu atadığı gibi rektörlük görevinden aldı. Bu Boğaziçi Üniversite öğrenci ve hocalarının, çalışanlarının, yılmadan, susmadan, boyun eğmeden direnenlerin bir zaferi, Erdoğan’ın ise bir yenilgisiydi. Ardıcıl olarak direnince Erdoğan’ın yenileceğinin, artık Erdoğan’ın bundan böyle Allah’ın lütfuna değil gazabına nail olacağının bir habercisiydi. Yani hakkını yediği, zulm ettiği insanlar direnerek onun hakkından gelecektir. Boğaziçi direnişi bunu tüm Türkiye’ye, Erdoğan’ın işlediği zulüm ve baskıya karşı direnen tüm güçlere gösterdi. Zafer yılmadan direnenlerindir. Erdoğna’a yol verecek olan bu direnişlerdir.

Erdoğan ilk kez böyle bir yenilgi almıyordu. Onun en büyük yenilgisi 2019 yerel seçimlerinde, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde aldığı yenilgiydi. Bu yenilgi Erdoğan’ın iktidarını salladı, ama Erdoğan başta Kürt illeri belediyelerine kayyım atayarak, muhalefetin elindeki belediyelerin çalışmalarını engelleyerek yenilgiye bir denge kurmaya çalıştı. Ama şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nin zaferiyle bu denge de bozuldu. Çünkü Boğaziçi direnişi kendisini yalnız Boğaziçi’ye atanan kayyıma karşı değil Kürt illerindeki kayyımlar da dahil tüm atanan kayyımlara, Erdoğan’ın faşizan uygulamalarına karşı bir direniş olarak ortaya koydu. Esas tabandan, yığından gelen direnişlerin Erdoğan’ın iktidarını, tek adam rejimini sonlandıracak hareketler olduğunu gösterdi. Erdoğan’ı yenecek güç seçim sandıklarında değil, tabanda örülen ve tabandan gelen güç olacaktır.

Boğaziçi direnişinden çıkarlacak dersler

Şüphesiz Boğaziçi direnişi özgül yanları çok olan bir direniştir. Önce, yer üniversitedir, kendine has bir örgütlülüğü ve eğitimliliği vardır. 14 bin 500 öğrenci ve 53 bin mezunu ve yüzlerce öğretim görevlisiyle bilinç düzeyi, demokrasi, özgürlük anlayışı ve duruşu yüksek, dinamik bir yığına sahiptir. Şimdiye kadar kazandığı demokratik hak ve özgürlükleri, akademik bağımsızlığı ve özerkliği kaybetmemekte, direnmekte ve özveride bulunmakta hazır ve kararlıdır. Hareketin sürekliliği ve ardıcıllığının sağlanmasında bu özellikler önemli bir rol oynamıştır. Ama bu özellikleri Boğaziçi’nde olduğu gibi olmasa da, işçi grevlerinden köylü, çiftçi, çevre, genç ve kadın direnişlerinde de bulmak ve yaratmak mümkündür. Bu devrimci güçlerin önünde duran görevdir.

Boğaziçi direnişi bize gösterdi ki, pandemi koşulları nedeniyle de olsa, politik çalışmaların Meclis’te atılan nutuklara hapsedilmiş veya muhalefet partilerinin “formel” esnaf ve çiftçi ziyaretleriyle sınırlandırılmasından kurtarılması gerekmektedir. Bunlar önemsiz çalışmalar değildir, yapılması gereken işlerdir. Ama esas görev yığınların kendi başlarına yakmaya çalıştıkları “çoban ateşlerine” yardımcı olmak, onlara süreklilik ve ardıcıllık kazandırmak, bilinç, örgütlülük ve savaşkanlık düzeylerini yükseltmek olmalıdır. Bu belli ekiplerin, dönüşümlü de olsa, sürekli onlarla birlikte çalışmasını, onlarla ulusal ve uluslararsı dayanışmayı sağlamasını gerekli kılmaktadır. Bunun mümkün olduğunu “tecride ve faşizme karşı” hapishanelerde dönüşümlü açlık grevleri yapan Kürt tutuklularının direnişi, Bağımsız Maden-İş sendikasının Soma maden işçileriyle çalışması göstermiştir. Yüksek bilinç ve örgütlülük, süreklilik ve ardıcıllık yığın hareketlerinin güçlenmesinin ve Erdoğan’ı yenmenin anahtarıdır.

Yolda gelmekte olan Erdoğan’ın sonunu getirecek “Allah’ın gazapları”

Erdoğan şüphesiz pes etmeyecek, gazabına devam edecektir. Belki Boğaziçi Üniversitesi’ne daha zulümcü, Bulu’yu da aratan yeni bir rektör atayacaktır. Boğaziçi’ne daha zor günler yaşatacaktır. Ama değişen bir şey olmayacaktır. Boğaziçi öğrenci ve görevlilerinin direnişi gelen rektörün de Bulu gibi bir gecede gitmesini sağlayacaktır. Ve sonunda gitme sırası Erdoğan’a gelecektir. Çünkü direniş artık yalnız Boğaziçi Üniversitesi’nde değildir. Orada kazanılan zafer tüm Türkiye’ye yayılmakta ve yayılacaktır da. 

Rize-İkizdere’de köylüler yandaş müteahhit Cengiz Holding’in vadilerini taşocağı açacağım diye tahrip etmelerine karşı direniyorlar, Milas-İkizköy kadınları ormanlarının kesilmemesi için nöbet tutuyorlar, Elazığ, Malatya, Bingöl tütün üreticileri hükümetin tütün politikasını protesto ediyorlar, Kaz Dağları’nda, Ege’de, Karadeniz’de, Trakya’da köylüler, çiftçiler, çevreciler su ve topraklarının tahrip edilmesine, kirletilmesine karşı savaşıyorlar, Diyarbakır’da Kürtler Kürdistan’da oy avcılığına çıkan Erdoğan’a “Sen değil, Demirtaş gelsin, Kürt sorunu barışçıl, demokratik yollardan çözülsün” diye haykırıyorlar, Sur’da işlediği cinayetin hesabını soruyorlar, gerilla dört ülkede Kürtlerin özgürlüğü için savaşıyor, Kavala’dan Demirtaş’a, Kışanak’tan Yüksekdağ’a kadar binlerce rehin tutuklunun direnişleri hapishane duvarlarını bir bir deliyor, devrimci gençler Suruç katliamını unutturmamak, devrim şehitlerini anmak için tüm Türkiye’de ayağa kalkıyorlar, kadınlar İstanbul Sözleşmesi için savaşıyor, zamlara, pahalılığa karşı halkın feryadı yükseliyor…  Bunlar Erdoğan’ın gazabına uğramış, şimdi ondan intikam almak için gelmekte olan sesler. Şimdi görev bu sesleri birleştirmektir.

Bu sesler birleştirilir ve bir mecraya akıtılırsa halkın bu kalkışı karşısında ne Erdoğan’ın “kayıp” denen silahlarla kurduğu “çapulcu” ordusu dayanır, ne de “Seçimi kaybetsek bile gitmeyeceğiz, iktidarı teslim etmeyeceğiz, daha neler olacak neler… bunlar iyi günler” gibi tehditlerinin bir geçerliliği kalır. Halkın bu tek tek direnişleri güçlendirilir ve örgütlü bir güce dönüştürülürse o zaman Erdoğan’ın sonu sayılmaya, yenilmez, gitmez dediği iktidarı tuzla buz olmaya başlar. Hitler iktidara 1000 yıllık Büyük Cermen İmparatorluğu’nu kurmaya gelmişti. Dünya devletlerinin Anti-Hitler Koalisyonu ve halkların direnişi karşısında 12 sene sonra yıkılıp gitti. Erdoğan’ın kurmakta olduğu faşizan tek adam rejimi de başta Kürtler olmak üzere Türkiye halklarının, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin örgütlü direnişi karşısında paramparça olup gidecektir. Yeter ki devrimciler halka inip onun direnişlerinin yanında dursunlar ve onları birleşip örgütlenmelerine yardımcı olsunlar. Bilinmeli ki, halkın bu örgütlü direnişi olmadan sandıkta seçimler de kazanılamaz!

Bir yanıt yazın