Haber / Yorum / Bildiri

Açlık Grevleri Tecriti Kırdı

Kürt Halk Önderi Öcalan’la Avukatlar Görüşmeye Başladı

Türk Devleti’nin Kürt Halk Önderi Öcalan’a uyguladığı ve 4 yıldır devam eden ağırlaştırılmış tecriti kırmak için Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in 8 Kasım 2018’de başlattığı ve O’nun direnişini desteklemek için hapishanelerde binlerce tutsağın ve yurtdışında, Avrupa’da, Güney Kürdistan’da yüzlerce kişinin sürdürdüğü açlık grevleri ve 30 tutuklunun yürüttüğü ölüm orucu eylemi tecritin kırılması üzerine Öcalan’ın isteği ile 26 Mayıs 2019’da sonlandırıldı. 22 Mayısta avukatları ile bir kez daha görüşen Öcalan, bu görüşmede grevcilere hitaben bir mektup yazdı. Mektubunda “başta açlık grevi ve ölüm orucuna kendini yatırmış arkadaşlar olmak üzere iki avukatımın yapacağı geniş açıklamalar ışığında eyleminizin sona ermesini bekliyorum. Bana ilişkin maksadınızın hasıl olduğunu da rahatlıkla belirtip hepinize en derin sevgi ve teşekkürlerimi sunuyorum. Asıl bundan sonrasında da bana yeterli yoğunluk ve iradeyle eşlik etmenizi de özenle belirtiyor ve umuyorum. Bitmeyen sevgi ve selamlarımla” diyerek tecritin kırıldığını ve açlık grevlerinin bitirilebilebileceğini bildirdi. Bunun üzerine Leyla Güven ve grevdeki diğer milletvekilleri, hapishanedeki tutsaklar ve Avrupa ve Güney Kürdistan’daki direnişçiler kamuoyuna yaptıkları açıklamalarla açlık grevlerini sonlandırdıklarını duyurdular.

22 Mayıs 2019’da İmralı Cezaevinde Öcalan’la yaptıkları görüşme hakkında 26 Mayıs’ta bir basın toplantısıyla kamuoyuna bilgi veren avukatlar şunları belirttiler: Öcalan 2 Mayıs tarihli ve dört müvekkilimizin birlikte kaleme aldığı yedi maddelik metnin tartışılmasından duyduğu memnuniyeti ifade etti. Toplumsal uzlaşı, demokratik siyaset, demokratik müzakere ve onurlu barış konularının tartışılmasının Türkiye’nin temel ihtiyacı olduğu görüşündeydi. Kendisinin de bu maddelerin Türkiye siyasetinin temel değerleri haline gelmesi açısından üzerine düşeni yapacağını belirtti. 2013 yaklaşımı ve duruşunun Türkiye’de yarattığı ortamı ve umudu herkesin bildiğini ve bu mesajının daha fazla tartışılması gerektiğini ifade etti. Bu görüşmelerin yaptırılmasının bir müzakere sürecinin varlığı anlamına gelmediğini, önceki görüşmede olduğu gibi yine hatırlattı. Mesajlarının tüm demokrasi güçlerine, Türkiye’nin her yelpazesindeki siyasi yapılarına ve devlete olduğunu söyledi. Bu tutumuna karşı, „tüm çevrelerden nasıl bir karşılık verileceğini 30-40 gün sonra anlarız“ diyerek şu anda hiçbir çevrenin tutumu için herhangi bir yorum yapmadığına tanıklık ettik.  Avukatlar ayrıca Öcalan’ın imkân olursa Suriye’nin bütünlüğü içinde Kürt sorunu dahil, Suriye’nin tüm sorunları konusunda pozitif rol oynayacağını söylediğini, „kendi düşüncelerinin ve çözüm önerilerinin“ Suriye’nin sorunlarını çözeceğini, Kürtlerin ve diğer toplulukların temel haklarının anayasal güvenceye alınmasının zorunluğunu da özellikle vurguladığını açıkladılar. İmralı tecridinin hukuken ciddi bir problem olduğu gibi, siyaseten de Türkiye’nin barış iklimini zedeleyen bir olgu olduğunu belirten avukatlar, Sayın Öcalan’ın politik bir özne olarak rolünü kısmen dahi olsa oynayabildiği zamanlar ise köklü sorunlara çözüm önerilerini sunabildiği dönemler olarak ülke iklimine olumlu tesirde bulunduğunu vurguladılar ve bunu son 20 gün içinde iki görüşmede yaptığı önerilerle ve sorunlara getirdiği perspektiflerle açlık grevlerinin sonlandırılmasında da yaşandığını açıkladılar.

Öcalan’ın çağrısıyla açlık grevini sonlandıran Leyla Güven de yaptığı açıklamada başlattığı direnişin başarısını ve önemini belirterek şöyle dedi: “Sayın Öcalan üzerindeki tecridin bir halka uygulanan tecrit olduğunu bilerek, özgür irademle süresiz ve dönüşümsüz açlık grevini başlattım. Tecrit kaldırılana kadar da sürdüreceğimi belirttim. Çünkü son 20 yıldır mutlak tecrit altında olmasına rağmen barış çabalarından asla taviz vermeyen Sayın Öcalan’ın düşüncelerinin dışarı çıkması, sadece Kürtler için değil bu topraklarda yaşayan bütün halklar için son derece önemlidir. Bizler topraklarımızda yaşanan acıların son bulması için, onurlu bir barış için sayın Öcalan’ın tek muhatap olduğunu biliyoruz. Bu açlık grevi direnişinin amacı da Sayın Öcalan üzerindeki hukuksuz ve insanlık dışı tecridin kaldırılarak, Ortadoğu’yu da kapsayan barış çabalarının önünün açılmasıydı.” Giriştiği direnişle bunu başaran Leyla Güven, “tecridin tamamen ortadan kaldırılması için farklı yöntemlerle aktif mücadelemize devam edeceğiz” dedi.  

Leyla Güven tam 200 gün direndi. Sonunda amacına ulaştı. Tecriti kırdı. Zaferi kazandı. Avukatları ve ailesi Öcalan’la görüşmeye başladılar. Bu zafer aynı zamanda Leyla Güven’in eylemini destekleyen hapishanedeki, yurt dışındaki açlık grevcilerinindir, ölüm orucu tutanlarındır, grevdeki çocuklarını yalnız bırakmayan hapishane önlerinde, meydanlarda, Meclis‘te direnen beyaz tülbentli annelerindir, Kürt halkınındır, açlık grevcileriyle dayanışmalarını yükselten Türkiye demokrasi güçlerinindir. Zafer ve başarı her zaman direnenlerindir. Tarihi yazanlar da direnenlerdir, baş eğmeyenlerdir.   

Tecridin kırılmasıyla yalnız eşi görülmemiş bir hukuksuzluk, insanlık ayıbı bir uygulama son bulmamış, Öcalan’ın Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın sağlanması, savaşların sonlanması için proje ve önerilerinin kamuoyuna ulaşmasının da önü açılmış oldu. Bugün Ortadoğu coğrafyasında barışı sağlayacak, emperyalist güçlerin, başta ABD emperyalizminin bölgedeki böl-yönet politikalarına, işgaline, sömürü ve talanına karşı duran ve duracak olan tek halk Kürt halkıdır ve onun örgütlü güçleri PKK, YPG ve YPJ’dir. Bu halkın ve bu güçlerin önderi ise Abdullah Öcalan’dır. Leyla Güven’in başlattığı mücadele barış ve demokrasi isteyen halklar ve güçler için böylesine önemliydi. Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın tehlikeye girdiği, emperyalist güçlerin “cirit” attığı, her şeyin çıkmaza girdiği bir dönemde barış ve demokrasi için yeni adımların atılmasına gerek vardı. Bu ancak tecridin kırılıp Öcalan’ın konuşması ile mümkündü. İşte Leyla Güven ve arkadaşları bunu başardı. Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın, müzakerelerin önünü açtılar. Bu eylemlerle Öcalan’ın bölge barışı için önemi hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda bir kez daha görüldü.

Maalesef Türkiye’de Öcalan’ın bu rolünü inkâr eden, Erdoğan’ın emperyalist emellerini görmek istemeyen kendine sol, ulusalcı diyen bir kesim vardır. Onlar kendilerine PKK ve Kürt düşmanlığını seçmişler, Öcalan’la ilişkiye geçilmesine ve Öcalan’ın konuşmasına karşı çıkmaktadırlar. Böylece onlar emperyalistlerin Ortadoğu’daki oyunlarına, böl-yönet politikalarına alet olmaktadırlar.

Oysa Kürt halkının, benim önderim dediği, benim adıma hem Türkiye Cumhuriyeti devletiyle, hem de uluslararası devlet ve kuruluşlarla görüşmeler ve anlaşmalar yapma yetkisine sahiptir dediği ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve yetkililerinin de müteaddit defalar görüştüğü ve anlaşmalar yaptığı Abdullah Öcalan, Şubat 1999 senesinden beri, uluslararası bir komplo sonucu İmralı adasında, kimine göre „mahkûm“, Kürt halkı için de „haksız ve hukuksuz yere tutsak ve rehin“ olarak bulunmaktadır. 8 yıldır avukatlarıyla ve 4 yıldır hiç kimse ile görüştürülmemekte, ağırlaştırılmış tecrit altında tutulmaktadır. İmralı’da alelacele çatıştırılan ve hukuki durumu tartışma konusu olan bir Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen müebbet hapis cezası hem ülkede hem uluslararası alanda tartışılmakta, Öcalan’ın halkının haklı bir davasını yürüttüğü belirtilmekte, Türkiye’nin Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarını, eşitlik ve özerkliğini tanıdığı anda Kürt sorunu diye bir sorunu kalmayacağını vurgulamaktadırlar.

Zulme karşı başkaldıran her halk gibi Kürt halkı da Türk devletinin baskı ve zulmüne karşı isyan etti. Öcalan bu isyanın lideri olarak ortaya çıktı. İsyanlar ya silahla bastırılmaya veya müzakere ve görüşmelerle sonlandırılmaya çalışılır. Türk hükümeti ise, geçmişte olduğu gibi, bu isyanı da silahla, savaşla bastırmaya kalktı. 35 yıldır savaşılıyor. Görüldü ki, bu isyan savaşla bitmiyor, Kürt sorunu savaşla çözülemiyor, çözüm barıştadır, görüşme ve müzakerededir. Başta Erdoğan olmak üzere iktidarı da muhalefeti de, Kemalisti de ulusalcısı da, gericisi de milliyetçisi de, Türkiye’de herkes biliyor ki, tüm inkârlara rağmen, Türkiye’de bir Kürt halkı var, Türkiye’nın bir Kürt sorunu var ve bu sorun ancak barışçıl ve demokratik yollardan çözülebilir. Bu sorunun barışçıl ve demokratik yollardan çözümünde ise kilit bir kişi var: O da İmralı’da “mahkûm” ve rehin tutulan Abdullah Öcalan’dır. Yani Abdullah Öcalan sıradan bir “mahkûm” veya tutuklu değidir. O, Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorununun çözümünde devletin, iktidarın muhatabıdır. Özellikle 1999 senesinden beri tutulduğu İmralı adasında devlet, en başta Erdoğan her başı derde girdiğinde, sıkıştığında kaç kez Öcalan’a başvurma, onu muhatap kabul etme durumunda kalmıştır. Bunun son örneği açlık grevleridir. 200 güne varan ve binlerce insanın ölüm eşiğine geldiği açlık grevlerinin sonlandırılması için yine Öcalan’ın devreye girmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşülmesine izin verildi ve Öcalan yazdığı bir mektupla açlık grevleri sonlandı. Türk devleti Kürtlerle barış sağlamak istiyorsa bunun adresi Öcalan’dır.

Açlık grevleri demokrasi savaşımında bir mücadele biçimidir

Bazen son çaredir, ama çaresizlik değildir, bilinçli tercihtir

Özellikle Türkiye’de 2010’lu yıllarda eşitlik, özgürlük, özerklik, barış ve demokrasi temelinde bir Türkiye’nin yaratılması konusunda önemli adımlar atıldı. Bir barış masası kuruldu, Selahattin Demirtaş’ın, Pervin Buldan’ın, Sırrı Süreyya Önder’in, Hatip Dicle’nin de içinde olduğu heyetler, hükümetin istek ve bilgisi dahilinde İmralı’ya, Kandil’e gidip gelmeye başladılar. Silahların bırakılması, barış görüşmelerinin başarılması için büyük mesafeler katedildi. 2013’de milyonlar önünde Diyarbakır’da Öcalan’ın Nevroz mesajı okundu, Halka barış görüşmelerinin önemini anlatmak için „Akil İnsanlar Heyetleri“ kuruldu, Anadolu’yu dolaşmaya başladılar. Dolmabahçe’de görüşmeler oldu. Barışın tam elle tutulacak kadar yakın olduğu bir anda Mart 2015’de Erdoğan İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmelerin kendisine ve partisine, özellikle oy olarak bir getirisi, faydası olmadığını görünce Barış Masası‘nı devirdiğini, görüşme müzakere, Dolmabahçe Mutabakatı diye bir şeyin olmadığını ilân etti. İmralı’da Öcalan’la, Ankara’da HDP ile bütün ilişkilerin bittiğini belirtti. Öcalan’la, Kandil’le tüm görüşmeler bitirildi. Öcalan’a ağırlaştırılmış tecrit uygulanmaya başlandı. İmralı Heyetiyle, ailesi ve avukatlarıyla tüm ilişkileri kesildi.

İşte o günden beri barıştan değil, savaştan konuşulur oldu. Erdoğan yeniden „Kürt sorununun çözümü savaştır“ dedi. Hele 7 Haziran 2015 seçimlerini kaybedince Kürtlere karşı olan kini ve öfkesi iyice arttı. Kürtlere savaş ilân etti. Türk uçakları Kürt dağlarını, Kandil’i bombalamaya başladı. PKK’yı, Kürtleri “yeniden” düşman ilan etti. İŞİD’in özellikle Suriye’de Kürtlere saldırılarına iyice açıktan destek vermeye başladı. Suriye üçe bölündü: Erdoğan Fırat’ın batısına girdi, El-Bab’ı, Cerablus’u, Afrin’i işgal etti, Şam ve çevresinde Esad, Rusya ve İran’ın yardımıyla ayakta kalabildi. Fırat’ın doğusunu YPG ve YPJ ağırlıklı SDG güçleri Uluslararası Koalisyon‘un desteğiyle İŞİD’ten temizledi. Kuzey-Doğu Suriye’de PYD diğer güçlerle birlikte özgür, demokratik bir yapı oluşturdu. Başta ABD olmak üzere Koalisyon güçleri de Fırat’ın doğusunda bazı bölgelere yerleşti. Ortadoğu tam bir patlamaya hazır barut fıçısına döndü. Burda yürütülen savaş bir 3. Dünya Savaşının öncüsüydü. Erdoğan var gücüyle bu savaşı körüklüyor, Suriye’ye, Irak’a çıkmamak üzere yerleşmeye, „Yeni Osmanlı“ hırslarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Böylece milliyetçilik ve şovenizm yaparak iktidarda kalmayı sağlıyor. Şimdi de 23 Haziran seçimlerini kazanabilmek için Irak’a Hakurk’a girdi. Kürtlere PKK’ya karşı yeni bir saldırı ve savaş başlattı. Kürt düşmanlığı ile seçim kazanılamayacağını 23 Haziran’da bir kez daha görecek. Ama O Kürt halkına saldırdıkça Türkiye’yi Ortadoğu’da daha çok savaş bataklığına atıyor, ülke ekonomisini iflasın eşiğine getiriyor. Savaşın yükü halkın sırtına bindiriliyor.

İşte Ortadoğu’da böylesi bir durumda tehlikeli gidişatı durdurabilecek, belli ölçülerde barışın yeniden tesisine katkı yapabilecek, öneriler getirecek kişi Öcalan’dır. Öcalan’ın yalnız Türkiye’deki değil, Suriye, Irak ve İran’daki Kürtler üzerinde büyük bir etkisi vardır ve hepsi onu önder ve baş müzakereci olarak tanımaktadır. Ama böylesine önemli bir kişinin, bırakalım özgür olmasını, dışarıyla konuşması bile yasaktı. Erdoğan O’na ağırlaştırılmış tecrit uyguluyordu. Kimseyle, ailesi ve avukatlarıyla bile görüştürülmüyordu, dışarıyla ilişkisi tam olarak kesilmişti. Yaşayıp yaşamadığından bile bir haber yoktu. Bu durum hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda geçerli olan yasalara, hukuka aykırıydı. Erdoğan tüm protestolara aldırış etmiyordu. İnsan haklarını ayaklar altına alıp çiğniyordu. Öcalan’a özgürlük istemek, barış istemek suçtu. Barış isteyen akademisyenleri ya tutuklattı, ya da işten attı, onlara bu ülkede yaşam hakkı tanınmayacağını açıkladı. Onların çoğu ülkeyi terk etmek yorunda kaldı. Artık Türkiye yaşanacak bir ülke değildi. İmkânı olan kaçıyordu. Kodaman iş insanları bile kendilerine bir yabancı ülke vatandaşlığı temin ediyorlardı. Ne demokrasi, ne fikir özgürlüğü, ne yargı bağımsızlığı vardı. En büyük düşman teröristlerdi. PKK teröristti, PYD, YPG, PYJ teröristti, Öcalan terörist başıydı. Bunların adının “olumlu” bir şekilde ağza almak, bunlarla barış olsun, görüşülsün, konuşulsun demek en büyük suçtu. Bunu söyleyenler hakkında hemen kovuşturma açılıyordu. Protesto gösterilerine, yürüyüşlere polis vahşice saldırıyordu. Sorgusuz sualsiz binlerce insan hapishanelerde yatıyordu. Tutuklanan Kürtlere ve demokratlara yer açmak için Fetöcüler serbest bırakılıyordu. Kürde protesto yasak, konuşmak yasak, yürümek yasak, talepte bulunmak yasak. Yasak, yasak, yasak….

Tüm demokratik yolların kapatıldığı, bloke edildiği bir yerde insanlar ne yapabilir? Ne yapılmalı ki, Kürt halkı üzerindeki baskı, zulüm, yasaklar kalksın, Kürt halkı, demokratik güçler konuşabilsin? İstenen çok bir şey değildi: Özgürce konuşmak, fikrini söylemek. Bu nasıl başarılabilirdi? Kürt insanı bir bilim adamı gibi analizleri sonunda sorunu çözdü: Lider, önder özgür olmadan halk özgür olamazdı! Lider, önder konuşamazken, halk konuşamazdı! Önder tutsakken halk özgür olamazdı, o da tutsaktı! Bir başka deyişle: Önder Öcalan tutsaksa, Kürt halkı da tutsaktı! Önder Öcalan konuşamıyorsa, Kürt halkı da konuşamazdı. Öcalan üzerindeki tecrit Kürt halkına uygulanan tecritti. Öcalan üzerinde tecrit devam ettiği sürece Kürt halkı özgürleşemezdi. Yalnız Kürt halkı değil, Türk halkı da, Türkiye ve Ortadoğu halkları da özgürleşemez! O halde zincirin zayıf halkası Öcalan üzerindeki tecritin kırılması, Öcalan’ın konuşmasını sağlamaktı. Bu nasıl gerçekleştirilecekti? Demokratik yollar yasak, birlikte eylem yasak, yasak, yasak..

Leyla Güven açlık grevinde

Demokratik yolların tükendiği yerde geri kalan tek demokratik eylem ve protesto biçimi insanın kendi özgür iradesiyle bedenini ortaya koyup ölümü seçmesidir, süresiz, dönüşümsüz açlık grevine veya ölüm orucuna yatmasıdır. İşte Türkiye’nin Afrin operasyonunu protesto ettiği ve Kürt halkının haklı davasını savunduğu için tutuklanan DTK Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven 7 Kasım 2018’de SEGBIS’le katıldığı Diyarbakır 9. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada yargıdaki haksızlıkları ve hukuksuzlukları protesto ettikten sonra, „bugün Sayın Öcalan üzerindeki tecrit sadece bir kişiye değil bir halka uygulanıyor, Tecrit bir insanlık suçudur. Ben de bu halkın bir parçası olarak, Sayın Öcalan üzerindeki tecriti protesto etmek amacıyla süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine başlıyorum“ dedi ve 8 Kasım 2018’den itibaren açlık grevinde olduğunu ilân etti. Leyla Güven’in bu kararı karşısında insan ancak saygı duyabilir. Bu bir çaresizlik değil, halkının haklı davasını yürütmek için yapılan bilinçli bir tercihti. Kürt halkına, Türk halkına, tüm insanlığa bir çağrıydı. „Ortadoğu’da Erdoğan dahil emperyalist güçlerin oyunlarını bozup barışı sağlamanın yolu Öcalan üzerindeki tecritin kalkmasıdır. Ben bunun için ölümü göze aldım, ama direneceğim, bu en pasif eylemle tecriti kıracağım“ dedi. Gandi de böyle yapmamış mıydı?

Leyla Güven’in direniş talebi olmayacak, yerine getirilemeyecek bir isteği öngörmüyordu. Tam tersine çok makul, herkesin kabul ettiği bir insanlık hakkıydı. Yasalara göre her mahkûmun ailesi ve avukatlarıyla görüşme hakkı vardır. Leyla Güven bunu istedi. Oysa bu hakkın uygulanmaması Türkiye’in yüzkarasıydı. Her demokratın yasaların böylesine ihlâline karşı çıkması ve Leyla Güven’in eylemini desteklemesi gerekmez miydi? Tüm tehdit ve korkuya rağmen demokratik güçler dayanışmalarını açıkladılar. Ama Türkiye’de ana akım medya ve basın bir milletvekilinin hapisteki böyle bir direnişinden hiç bahsetmedi, yokmuş gibi davrandı. Sustular. Diğer yandan da hapishanede başına bir iş gelmesinden çekindiler ve Leyla Güven’i tahliye ettiler. Leyla Güven ise açlık grevine evinde devam edeceğini, Öcalan üzerindeki tecrit kalkmadan grevini sonlandırmayacağını açıkladı.

Dayanışma yükseliyor

Leyla Güven’in başlattığı açlık grevine hapishanelerden ve yurt dışından dayanışmalar yükselmeye başladı. Türk cezaevlerindeki PKK ve PAJK’lı tutsaklar16 Aralık 2018’den itibaren süresiz-dönüşümsüz açlık grevleri başlattılar. Şubat ayının sonuna kadar açlık grevine katılanların sayısı 67 cezaevinde 350 kişiyi buldu. Yurt dışında Hewler’de, Strasbourg’ta, Toronto’da, Paris’te, Viyana’da, İsviçre’de, Londra’da yüzlerce kişi açlık grevlerine yattılar, Leyla Güven’le dayanışma içinde olduklarını belirttiler. Avrupa’da merkez anlamında açlık grevi Strasbourg’da yapıldı. Bu grevler o ülkedeki Alman, Fransız, İngiliz kamuoyunda büyük destek gördüler. Birçok milletvekili, yazar ve sanatçı, aydını, sendikacısı, parti, gençlik ve kadın örgütü temsilcileri direnişçileri ziyaret ederek dayanışmalarını bildirdiler, Türk devletinin Öcalan’a uyguladığı tecriti protesto ettiler.   

Artan direniş ve yükselen protestolar karşısında devlet oyunlar düşünmeye, planlar kurmaya başladı. Tutsakların talebini gözardı eden ve bir dialog aramayan devlet, direnişi kıracak taktik hamleler yapmaya başladı. Önce 12 Ocak’ta kardeşi Mehmet Öcalan’ı apar topar İmralı’ya ziyarete gönderdi. 15 dakika süren ziyaretle milletin gözünü boyamaya kalktı, dünya kamuoyunu tecritin olmadığı yönünde aldatmaya çalıştı. „Görülüyor ki tecrit yok, açlık grevleri sonlandırılsın“ diye grevcilere haber yolladı, baskı yapmaya kalkıştı. Ama başta Leyla Güven olmak üzere grevciler bunu ciddiye almadılar, greve devam ettiler. Devletin tecridi kaldırmaya niyeti yoktu. Bunun üzerine açlık grevlerine katılanlar arttı, grevler bütün hapishanelere yayıldı. 1 Mart 2019 itibarıyla cezaevlerindeki açlık grevcilerinin sayısı 7 bini geçti. Açlık grevine katılanlar arasında eşbaşkanlar, Sebahat Tuncel, Selma Irmak gibi eski vekiller, belediye eşbaşkanları, gazeteci ve aydınlar bulunuyordu. Ayrıca Diyarbakır HDP il binasında milletvekilleri Dersim Dağ, Tayip Temel, Murat Sarısaç, Hewler’de Nasır Yağız, Mahmur’da İştar Kadın Meclisi Üyesi Fadile Tok, Germiyan’da Herem Mehmut açlık grevinde bulunuyorlardı. Hükümetin hâlâ tecriti kaldırmamakta direnmesi üzerine 30 Nisan günü hapishanedeki 15 PKK’lı tutsak açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürdüler. 15 Mayıs’ta bu ölüm orucuna 15 tutsak daha katıldı.  Artık direniş hükümet tarafından gözardı edilemeyecek duruma geldi. Kürt halkı da, özellikle anneler direnişe sahip çıkmaya başladılar.

Beyaz tülbentli annelerin direnişi

Çocuklarının açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında her gün eridiğini, ölüme doğru gittiğini gören Kürt anneler harekete geçtiler. „Leyla Güven’in başlattığı, çocuklarımızın katıldığı açlık grevlerini destekliyoruz. Açlık grevleri halkıdır. Çocuklarımızın taleplerinin arkasındayız. Öcalan bizim önderimizdir. Tecrit insanlık suçudur, hukuksuzluktur. Öcalan’a uygulanan tecrit bize uygulanan tecrittir“ dediler.

Tutsak anneleri, Kürt halk önderi Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılması için cezaevlerindeki açlık grevlerine ve ölüm oruçlarına dikkat çekmek, çocuklarının direnişini sahiplenmek için Diyarbakır’da Koşuyolu Parkı‘nda toplanarak başlarını barışın sembolü beyaz tülbentlerle örterek Mayıs ayının başında oturma eylemine başladılar. Kürt Halk Önderi Öcalan üzerindeki tecrit sonlandırılana kadar sokakları terk etmeyeceklerini açıkladılar. Hükümet annelerin başındaki beyaz tülbentten korktu, beyaz tülbent takmayı yasakladı. Polisler annelere “O beyazı at, yasak” diye bağırmaya başladılar. Ama hiçbir güç onların başındaki beyaz tülbenti alamadı. “Mazlumun ahı indirir şahı” diyerek beyaz tülbentlerin Erdoğan’ı yeneceğini belirttiler.

Polisler ise beyaz tülbentli anneleri görür görmez onları hemen çembere alıp üzerlerine coplarla, köpeklerle saldırıya geçmeye başladılar. Anneleri sokaklarda sürüdüler. Ama anneler yılmadı. Bir anne sorumluluğu ile “Biz anneyiz, bizi durduramazsınız, dövseniz de, vursanız da, öldürseniz de buradayız“ diye polislere haykırdılar, “Direne direne kazanacağız”, “siyasi tutuklular onurumuzdur”, “Leyla Güven’in talebi bizim talebimizdir” sloganları attılar, polise karşı direndiler. Tecridin kaldırılması için alanlarda olduklarını belirten anneler “Tecridin kaldırılması için buradayız, tecrit kaldırılana kadar çocuklarımız açlık grevinden çıkmayacak, biz de sokaklarda olacağız. Burada keyfimizden beklemiyoruz. Yalnız çocuklarımız için değil, herkes için sokaklardayız” dediler. Mayıs ayı ortasında 5 beyaz tülbentli anne TBMM’sine giderek direnişe başladılar. Tecrit kalkmadan, çocuklarının açlık grevi bitmeden Meclis‘ten çıkmayacaklarını bildirdiler. Annelerin direnişi Silopi’den Gebze’ye, Esenyurt’tan Adana, Mersin’e kadar yayıldı. Bu direnişler Türk hükümeti üzerinde ciddi bir kamuoyu baskısı oluşmasını sağladı.

Hükümet, Erdoğan zor durumda

Cezaevlerinde açlık grevlerinin yığınsal bir konum alması, beyaz tülbentli annelerin direnişinin kamuoyunda büyük destek görmesi, yurtdışından baskıların artması hükümeti zor durumda bıraktı. Adım atmak yorunda kaldı. Önce 2 Mayıs’ta avukatların Öcalan’a gitmelerine izin verdi. Ama bu iznin bir seferlik mi, yoksa genel, tecritin kalkması anlamına gelen bir izin mi olup olmadığı ortaya çıkmadı. Savcılık avukatların tekrar görüşme isteğini yanıtsız bırakırken, ailesinin görüşme talebini reddetti. Tecrit kırılmamıştı. Grevciler de greve devam dediler. Bu ara kamuoyunda da tepkiler yükselmeye başladı.  6-17 Mayıs 2019 tarihleri arasında Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi CPT 2019 programında yer almamasına rağmen Türkiye’ye özel bir ziyaret gerçekleştirdi, Komite, başta Öcalan’ın ağır tecrit altında tutulduğu İmralı cezaevi olmak üzere birçok cezaevini ziyaret etti. Adalet bakanı Gül ile, İHD ile görüştü. Kamuoyunda bu ziyaretin açlık grevleri ve ölüm oruçları nedeniyle gerçekleştiği yorumları yapıldı. Hükümet bir kez daha sıkıştı. Önce aşırı Kürt ve PKK düşmanlığı ile tanınan faşist MHP Başkanı Devlet Bahçeli „avukatların Öcalan’la görüşmesinde bir mahsur yoktur, görüşebilir“ açıklamasını yaptı. Bu açlık grevlerinin sonuç vermeye başladığının bir göstergesiydi. Aradan bir kaç gün geçmeden Adalet bakanı Gül İmralı üzerindeki yasağın kaldırıldığını açıkladı ve avukatların Öcalan’la görüşebileceğini bildirdi. 22 Mayısta avukatlar tekrar İmralı’ya gittiler. Artık tecritin kırıldığı ve direniş zafere ulaştığı tescil edilmiş oldu. İkinci görüşmeden dönen avukatlar Leyla Güven ve diğer grevcilerle görüştüler, onlara Öcalan’ın mesajını ilettiler. Grevciler de Öcalan’ın isteğini kabul ettiler ve grevi sonlandırdılar.    

Hükümeti sıkıştıran diğer bir konu da 23 Haziran İstanbul seçimleriydi. 31 Mart seçimlerinde yaptığı Kürt ve PKK düşmanlığı, açlık grevlerini aşağılama, Kürtleri yok sayma, „Türkiye’de Kürdistan yok, Kürdistan isteyenler Irak’a gitsin!“ gibi hakaretler karşısında Kürtler Erdoğan ve Bahçeli ile kurduğu Cumhur İttifakı‘na oy vermedi. Bu nedenle de İstanbul’u kaybetti. Şimdi 23 Haziran’da yenilenecek olan İstanbul seçimlerinde Kürtlerin oyuna ihtiyacı var. Bunun için Öcalan üzerindeki tecriti kaldırarak Kürtlere şirin gözükmek, onların gözünü boyayıp, kandırıp oyunu almak için manevra plânları yapmaya başladı. 2 Mayıs’ta yapılan görüşmenin ardından Öcalan’ın okunacak mesajının 6 Mayıs’ta gerçekleştirilecek basın toplantısında okunması ayarlandı. 6 Mayıs’ta ise YSK’nın İstanbul seçimi ile ilgili kararı açıklanacaktı. AKP ve Erdoğan YSK kararının seçimin yenilenmesi yönünde olacağını bildikleri için Öcalan’ın açıklamasını da aynı güne denk getirdiler. Vermek istedikleri mesaj açıktı. „Seçimler yenilenecek“. Öcalan üzerindeki, tecrit de kalktığına göre Kürtler artık oylarını AKP’ye vermeliydiler. Ama Kürt halkı bu döndürülen manevrayı yutmadı. „Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete!“ döneminin kapandığını Erdoğan da anlayacaktı. Kürt halkı artık öyle eskisi gibi kolay kandırılacak bir halk değildir. Örgütlü, politik ve ideolojik savaş deneyi yüksek bir halktır. Ne için savaştığını bilmektedir: Bu savaş Türkiye’de, Ortadoğu’da barış ve özgürlük, Kürtlere eşitlik ve özerklik, tüm halkların özgürleştiği demokratik bir cumhuriyet için verilen savaştır. Düne kadar Kürtlere hakaret eden Erdoğan’a bu kez de oy yoktu. Bunu anlayan Erdoğan Kürtlere yeniden savaş açtı. Hakurk’a girdi. Kürtler de O’na 23 Haziran’da oy vermeyecekler.

Açlık grevleri bitti ama mücadele bitmedi

Açlık grevlerindeki direniş başarıya ulaştı, ama mücadele devam ediyor. Zira tecrit kırıldı, ama her zaman tekrar yürürlüğe konabilir. 23 Haziran’da Kürtlerin İstanbul’da AKP’ye yine oy vermezlerse ve Binali tekrar kazanamazsa, Erdoğan bunun faturasını yine Kürtlere çıkarabilir ve yeniden tecrit uygulamasına geçebilir. Bunun panzehiri ise 23 Haziran’da Erdoğan’ın adayı Binali Yıldırım’ın büyük bir farkla seçimi tekrar kaybetmesidir. Onun için şimdi tabanda çok iyi çalışıp yığınları kazanmaktır, ilerisi için ittifaklar yaratmaktır.

Açlık grevi eylemleriyle tecrit kırıldı, Öcalan’a nefes alması için kapı biraz aralandı. Ama Öcalan hâlâ tutsak. Tecrit her zaman geri getirilebilir. Esas olan Öcalan’ın özgürlüğüdür. Şimdi önce yapılması gereken Öcalan’la olan görüşmelerin pürüzsüz işlemesini sağlamaktır. Kamuoyunda bunun haklılığı konusunda bir irade yaratmaktır. Bu da yığınlar arasında çalışmayı gerektirir. Şimdi İstanbul seçimleri bunun için bir olanak vermektedir. Seçim kampanyalarına aktif katılalım, CHP’li, İYİ Partili, hatta AKP’li işçi, ve emekçilerle ortak çalışmalar yapalım. Tabanda bir yakınlaşma ve doğru ilkelerde birliktelikler sağlayalım. Bunların kalıcı olması için çalışalım. Yığınlara seçimlerde CHP’ye oy vermekle CHP’li olunmayacağını, Erdoğan’ı yenmek için CHP’ye, İmamoğlu’na oy verileceğini açıklayalım. Türkiye’nin esas sorununun Kürtlerle barış olduğu, savaşa son verip Kürtlerle ve diğer Türkiye halklarıyla birlikte demokrasi, eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde ortak bir yaşamı yaratmak olduğunu anlatmalıyız. Türkiye’de bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirebilmek için yığınlarla bağlanmak, onların içinde kök salmak şarttır.

Bir yanıt yazın