“Akıllı” olan Korona virüs, ama “ayı” ve “zekâ özürlü” olan kim? Halk mı, burjuva aydını mı?
Barış ALPER
VATANDAŞ 17 Nisan’da ikinci kez hafta sonu sokağa çıkma yasağını yaşadı. 3-4 gün önceden haber verildiği için vatandaş rahat rahat hazırlığını yaptı, ne izdiham ne de sıkıntı yaşandı. Ama geçen hafta böyle olmamıştı. Geçtiğimiz hafta karar bir gün önce alındığı halde, 10 Nisan Cuma günü gece yarısına iki saat kala ani olarak hafta sonu için ilan edilen sokağa çıkma yasağı, vatandaşın eksik olan malzemelerini, ihtiyaçlarını tedarik etmek üzere acilen marketlere akın etmesine ve üst üste marketleri doldurmasına neden olmuştu. Sokağa çıkma yasağı yürürlüğe girmeden işini bitirip hemen eve dönme telaşıyla marketlerde can havliyle yapılan alış-veriş esnasında tüm dünyanın gözleri önünde hoş olmayan sahneler ortaya çıkmıştı. Çünkü iki saat sonra sokağa çıkma yasağının başlayacağı baskısı altında olan vatandaşa başka türlü davranma olanağı bırakılmamıştı. Mecburen iki gün çoluk çocuğa yetecek kadar malzeme alacak, saat 24’ten önce de evde olacaktı. Vatandaş sokağa çıkma yasağının ne demek olduğunu geçmiş deneylerinden çok iyi bilir. Gece yarısından sonra hâlâ sokaktaysan, polisle, jandarmayla başın derde girer. Ceza keser, hatta tutuklar götürür. Ondan sonra derdini kime anlatacaksın. Onun için birbirini çiğnese de hızla alış-verişini yapmak zorunda kaldı. Herkes, ortaya çıkan tablodan vatandaşa, sen değil, seni bu duruma sokan o kararı alanlar utansın dedi.
Ama iktidar ve şebekesinden utanan yoktu, Başta Havuz Medyası vatandaşa saldırıyor, hakaret ediyordu. Oysa kimse marketlerde ortaya çıkan tablodan dolayı vatandaşı eleştirmedi, sorumlu tutmadı. Herkes hükümeti eleştirdi ve suçladı. “Gece yarısında başlayacak sokağa çıkma yasağını bir “darbe” gibi gece yarısına iki saat kala ilan edersen, vatandaşların da bu davranışlarına şaşmayacaksın” dendi. Murat Belge’nin de T24’deki bir yazısında olayları seyreden ve değerlendiren bir vatandaştan aktardığı gibi, “virüs kime bulaşacağını şaşırmış”tı. Bu, olaylara konan “en isabetli teşhis” idi. Virüs bile kime bulaşacağını tespit etmek için aklını kullanmak zorunda kalmıştı. Ama ortada virüs kadar aklını kullanmayan birileri vardı. Kimdi onlar? Vatandaş mı, hükümet mi, Havuz Medyası mı?
Havuz medyası vatandaşa “ayı” ve “zekâ özürlü” diyor
Havuz Medyası’na göre aklını kullanmayan hükümet değil vatandaş idi. Bu medyadan 3 “ünlü” yazar; Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler, Sabah’tan Mehmet Barlas ve Engin Ardıç Twitter ve yazılarında davranışlarından dolayı vatandaşa “ayı”, “geri zekâlı”, “lümpen” diye hakaretlerde bulundular. Bu sözler, bu sözde aydınlar için birer yüz karası, utanç belgesidir. Ama onlarda utanacak, kızaracak ne yüz, ne de ar kalmıştır. Bunlar “sarayın beslemeleri” ve birer “kibir abideleri’’dir.
Bu “kibir abideleri’’nden Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler attığı tweette “2 günde kimse aç kalmazdı, hele de bir Türk evinin illa ki buzluğu, kileri doludur” diyerek “hayretler içinde” kaldığını söylemektedir. Galiba Böhürler herkesin kendisi gibi saraydan beslendiğini zannediyor. Özellikle İstanbul gibi büyük bir şehirde evinde buzluğu, hele kileri olmayan kaç kişi olduğunu acaba hiç aklının ucundan geçirmiş midir? Hiç şüphe yok, kendi evinde buzluk da, kiler de vardır ve dopdoludur. İki gün değil, 2 hafta da aç kalmaz. Evinde kileri değil, ama buzdolabı olan işten çıkarılmış bir işçi, damat beyin kendisine lütfettiği günde 39 lira 23 kuruş, yani ayda 1177 lira ile hangi buzluğu, dolabı doldurabilir ki? “Bir AKP kurucusu olarak bu sözde gazeteci kadının yaptığı utanmazlık AKP’li “aydınların” halktan ne kadar uzaklaştığının bir göstergesidir” diye tespit yapanlar oldu. Bu tutum, ekmek bulamayan halka “pasta yesin” diyen Fransız kraliçesinin sözünü hatırlatıyor. Böhürler “hayret ettim” diyerek zorda kalan insanların davranışlarına hakaret ediyordu.
Vatandaşa hakaret eden bir diğer “kibir abidesi” de, AKP’yi destekleyen liberal aydınlardan olan, ama Erdoğan’ı terk edemeyen, zamanla sarayın sadık gedikli gazeteciliğine yükselen Sabah yazarı Mehmet Barlas idi. TRT’de İsmail Cem’in torpiliyle, şimdi de Erdoğan yalakalığı ile kariyer yapan Barlas bakın Sabah’taki köşesinde ne yazıyor: “Sonuçta tüm yaşlar için iki günlük sokağa çıkma yasağı geldi ve büyük ölçüde bu yasağa uyuldu. Yasağı dinlemeyip marketlere tıkışanlar da, polis zoruyla evlerine gönderildiler. Yasak başlamadan önce gece yarısı sokakları, meydanları, marketleri dolduranları ise büyük çoğunluk ‘Korona virüs salgınını umursamadıklarına göre bunlar zekâ özürlü olmalılar diyerek televizyon haberlerinden izledi.” Şüphesiz Mehmet Barlas da vatandaşa “zekâ özürlü” diyen televizyonda onları seyreden büyük çoğunluk arasındaydı. Korona virüsüne rağmen gündüz çalışmaya zorlanan, iki saat içinde çocuğuna ekmek almak durumunda bırakılan vatandaşa utanmadan korona virüs salgınını umursamadığını söyleyebilmek için, o kişinin biraz “zekâ özürlü” olmak gerekir.
“Zekâ özürlü” Hükümet ve Bakan
Şimdi Mehmet Barlas’a sormak gerekiyor: Kimdir zekâ özürlü? Vatandaş mı,hükümet mi? Kimin zekâ özürlü olduğuna karar verebildiğine göre kendisi zekâ özürlü olamaz. O zaman bakalım doğru karar verebilmiş mi? Zekâ özürlü olan, iki saat sonra yürürlüğe girecek sokağa çıkma yasağının yürürlüğe girmeden önce sokağa fırlayıp ihtiyaçlarını tedarik etmek için marketlere akın eden 100 binlerce vatandaş mı, yoksa aldıkları kararın böyle bir izdihama yol açacağını hesap edemeyen koca hükümet üyeleri mi veya bunu öngöremediğini itiraf eden İçişleri Bakanı mı? Sıkıyönetim anlamına gelen sokağa çıkma yasağı ilan edecek bir hükümet ve bu işlerden sorumlu bir bakan aldığı kararların halk üzerinde yaratacağı etkileri, sonuçları önceden kestiremiyorsa, galiba o hükümete ve bakana “zekâ özürlü” demek biraz hafif gelir. Başka şeyler söylemek gerekir. Marketlerdeki izdiham sonuçtur, sebep değildir. Sebep bu kararı alan bakanların düşüncesizliği, geri zekâlılığı, halkı hakir, kul köle, itaat ve biat edecek bir sürü olarak gören “Reise” tapınma anlayışlarıdır. Onlar hep haklıdır, halk ise hep “geri zekalı’’dır.
Oysa bunlar öylesine kendini beğenmiş geri zekâlıdır ki, şimdiye kadar aldıkları tüm kararlar eksik, hata ve yanlışlarla doludur. Halkın ödediği vergilerden yüksek maaş alan liyakatsiz daire başkanları, müsteşarlar, müdürler olmasına rağmen şimdiye kadar dört dörtlük eksiksiz bir karar çıkarmayı başaramamaktadırlar. Halkın evinde bakımını üstlenerek, üretimi durdurmaya cesaret edemeyen, beş gün sürü bağışıklığı politikası güden iktidarın anlamsız bir önlem olarak aldığı hafta sonu sokağa çıkma yasağında köpekleri düşünememek ve bir şehrin ne kadar maskeye ihtiyacı olduğunu hesap etmeden merkezi maske dağıtımı yapmaya kalkmakla sefil bir yönetim sergilemiştir.
Kararları hep hatalı bir hükümet
İlk sokağa çıkma yasağı kararını alan bakanlar, müsteşarlar vatandaşın yalnız iki saati değerlendireceğini değil, İstanbul gibi büyük bir şehirde birçok vatandaşın köpeği olduğunu ve vatandaşın yasağa rağmen köpeğini çıkarıp gezdirmek zorunda olacağını düşünemediler, Ertesi günü köpeğini gezdirmek zorunda olan vatandaşın isyanına rağmen polis ceza kesti. İçişleri bakanı bütün cezaların iptal edildiğini açıklamak zorunda kaldı. Şimdi kim “zekâ özürlü”? Köpeğini gezdiren vatandaş mı, köpeklerin gezdirileceğini düşünemeyen İçişleri Bakanı veya diğer bakan ve müsteşarlar mı? İçişleri Bakanı zekâ özürlü olamaz. Akıllı biridir. Hatayı gördü, sorumluluğu aldı, istifayı bastı, istifası kabul edilmedi, “başarıları” övüldü, kabinenin en “güçlü” bakanı oldu. Demek ki olay “geri zekâlılık”tan da daha başka bir sorun. Tek adam sorunu!
Maske dağıtımı da böyle. Maskeyi CHP’li belediyeler dağıtmasın diye, maskeler e-devlet üzerinden merkezi olarak hükümet dağıtacak kararı alındı. Bu kararı alınmadan önce en basit dört işlem hesabı yapılır. 16 milyon İstanbul nüfusundan 4 milyonu yaşlı ve çocuk diye çıkarılır. Geriye maske ihtiyacı olan 12 milyon kalır. Her bir vatandaşa 5 maske verilecekse tüm İstanbul’a 60 milyon maske lazım denir. Bu 5 maske 10 gün içindir. 10 gün sonra tekrar 60 milyon maskeye gereksinim olduğu saptanır. Sonra bu maskeler devletin depolarında var mı, yok mu diye bakılır. Biat kültürüyle o makama gelmiş yüksek maaşlı bakanlar, müsteşarlar buna gerek görmüyorlar. Zira yukarda “Reis” böyle istediğine göre elbet bir bildiği vardır. Onun “akıllı” daire başkanları elbette her şeyi hesap etmiştir. Daire başkanına göre ise “Reis”in talimatına itiraz edilmez. Sorgulanmaz, maske var mı, yok mu diye depolara bakılmaz. Yanlış da olsa körü körüne uygulanır. Sonra da e-devletten maske bekleyen vatandaş “geri zekâlı” yerine koyulur. Vatandaş e-devlete başvurur. Barkot gelmez. Bazen barkot gelir, eczaneye gider. Maske yok, kalmadı denir. Vatandaş yine isyandadır. Şimdi zekâ özürlü olan İstanbul’un maske ihtiyacını tespit etmeden, dağıtım işini belediyelerden alıp merkezileştiren hükümet mi, yoksa e-devletle eczane arasında rezil olan vatandaş mı? Demek ki, burada da “zekâ özürlü” olmayı aşan bir durum var. Faşist tek adam rejimi, “Reis” rejimi işlemiyor. Demokrasiyi dayatıyor. Demokrasi isteyen hapishaneyi boyluyor. Bu faşist rejimi yaşatmak için tüm ülkeyi “zekâ özürlü” duruma sokmak gerekir. Bunu yapacak olanlar da sarayın aydınlarıdır. Onlar kendi “geri zekâlıklarını”, yalakalıklarını örtmek için vatandaşı “geri zekâlı” yaparak saraya bir kat daha yamanırlar.
AKP aydını kendini halktan koparıyor mu?
Halkı bu şekilde aşağılayan AKP’li veya AKP’ye yakın aydınların bu tutumunu bazı köşe yazarları, AKP’nin ve onun “elitinin” halktan kopuşuna bir örnek olarak göstermektedirler. Eskiden CHP’yi ve özellikle de Kemalist aydınları, kendini halkın üstünde gören, halkı aşağılayan, horlayan elitler olarak suçlayan AKP’liler ve elitleri şimdi suçladıkları Kemalist elitlerin durumuna düştü denilmektedir. Bu böyle midir? Hayır, egemen sınıfın birer parçası, kanadı olan AKP’li aydınlarla Kemalist aydınlar arasında özde bir fark yoktur, halkı horlama ve aşağılama konusunda onlar birdir.
Tüm sınıflı toplumlarda, özelliklede belirgin olarak iki sınıfın tam ortaya çıktığı kapitalist toplumlarda iki tür elit aydın vardır. Burjuvazinin eliti, proletaryanın eliti. Her elit kendi sınıfının çıkarlarını savunur, ideolojik savaş daha çok bu elitler arasında cereyan eder. Burjuva elitler girişimcilik, rekabet, özgürlük, demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi içi boşaltılmış formel ilkelerle kapitalist baskı ve sömürü düzenini geniş işçi ve emekçi yığınlar için kabul edilebilir ve savunulabilir göstermek ve onları kapitalist düzene kazanmak, onun bir parçası haline getirmek, refah ve mutluluğun ancak kapitalist düzenin sağladığını göstermek için savaşırlar. İşçi sınıfı elitleri ise burjuvazinin bu manevralarını boşa çıkartmak, bunların birer yalan olduğunu anlatmak, işçilerin kendi yaşam koşullarını düzeltmek, sömürü ve baskıdan kurtulmak için burjuva düzenini yıkıp, sosyalist düzeni kurması gerektiği ve bunu ancak işçi sınıfının yapabileceğini, bunun için de bilinçlenip örgütlenmek, geniş bir cephe ve ittifak politikası uygulamak gerektiğini işçi ve emekçi yığınlar içinde yaymak ve anlatmak için çalışırlar. Proleter sınıfın müttefikleriyle beraber bunu başaramazsa, insanlığın sonunun barbarlık olduğunu gösterirler.
Bu ideolojik mücadeleyi burjuvazi yalnız gazeteler ve dergilerle değil, TV-Kanalları ve internet olmak üzere tüm medya ile, okulları ve üniversiteleriyle, araştırma kurumları ve akademileriyle, sanat ve kültür kuruluşlarıyla yürütür. Tüm buralarda çalışanlar, moderatörler, yorumcular, profesörler, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar burjuvazinin emrinde onun görüşlerini yayarlar. En liberal ve demokrat geçinen yayın ve sanat kuruluşu sonunda burjuva düzenini savunur ve ona hizmet eder. İşçi sınıfıyla mücadelede burjuvazi böylesine dev bir ideolojik aygıta sahiptir. Buna karşı ise işçi sınıfı elindeki olanaklar çok dar ve zayıftır. Birkaç gazete ve dergidir, birkaç afiş ve bildiridir. Birkaç internet sayfasıdır. Buna rağmen bunlar güçlüdür ve o dev burjuva ideolojik aygıtına karşı koyarlar. Burada çalışanlar da azdır, ama güçlüdür, çünkü hakikati dile getiriler, burjuvazinin yalan ve dolandırıcılıklarını, sömürü ve talanın iç yüzünü deşifre ederle. Bu hakikatler yığınları kapsadığı anda maddi güce dönüşür. O zaman bu örgütlü maddi güç burjuva düzenine son verecek güç olarak ortaya çıkar.
İşçi sınıfı aydını
Kapitalist düzende egemen olan burjuvazidir, egemen olan ideoloji de bu dev aygıta sahip burjuva ideolojisidir. Toplumda bu ideolojiyi savunanlar da çoğunluktadır. Kapitalist sömürü ve baskı düzeninde proletaryanın kendi içinden kendi aydınını çıkarması, yetiştirmesi çok zordur, en azından sayıları çok azdır. Ama burjuva sömürü ve baskı düzenin sonunun barbarlık olduğunu gören birçok burjuva aydını saf değiştirip, proletarya saflarına geçerler. Bilgilerini işçi sınıfının hizmetine sunarlar. Marks, Engels, Lenin proletaryanın burjuvaziden gelen aydınlarıdır. Bunlar arasında tekrar burjuva saflarına geri dönen dönek ve hainler de vardır. Bernstein ve Kautsky bunlardandır.
Verilen ideolojik mücadeleyle birlikte işçi sınıfı kendiliğinden sınıf olmaktan kendisi için sınıf olmaya yükselir. Artık o burjuvazinin karşısında çaresiz bir sınıf değildir, toplumda varlığını gösteren, demokrasi ve yeni toplum sosyalizm mücadelesinde öncü olan sınıftır. Bugün Avrupa’da işçi ve emekçi sınıfları aşağılamaya hiçbir burjuva aydını cesaret edemez. 18. Yüzyılda sanayileşmenin başladığı, işçilerin kendiliğinden sınıf olduğu dönemde işçi ve emekçileri hakir gören, onlara “lümpen proletarya” diyen anlayışlar çoktan aşılmıştır. Türkiye gibi hâlâ feodal tolumdan kapitalist topluma geçme sancıları yaşayan, işçi ve emekçilerin kendiliğinden sınıfla kendisi için sınıf olma mücadelesi veren toplumlarda halkı, işçi ve emekçileri, köylüleri hakir görmek ise hâlâ yaygındır.
Türkiye işçi sınıfı ve aydını
Oldukça gelişkin bir kapitalist topluma sahip olan Türkiye’de de iki temel sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Bunların da elitleri, aydınları vardır. Türkiye’de de proletaryanın kendi içinden çıkardığı aydınlar çok azdır. Bunlar daha çok bir dönem Moskova’da okuma fırsatı bulmuş işçilerdi. Bunların çoğu hapishanelerde çürütülmüştür. Bu kuşaktan en son kalan Bilen Yoldaştı. 60’lı, daha sonra 70’li yıllarda Anadolu’dan İstanbul ve Ankara’ya okumak için gelen işçi, emekçi, ama daha çok köylü gençlerden Deniz Gezmişlerin başını çektiği emekçi halkın yeni bir aydın, elit tabakasının yetişme olasılığı ortaya çıkmıştı. Ama 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu kuşakları yiyip bitirdi. Burjuvazi emekçilerin kendi elitini yetiştirmesine olanak vermedi. Ama bu kuşaktan “tek” yaşayan Öcalan çevresindeki Kürt aydınlarla, TKP çevresindeki aydınlar oldu. Kürt özgürlük hareketi kendi aydınını sürekli yeniledi, yetiştirdi ve geliştirdi. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi sürekli kendi içinden kendi elitini yetiştiren bir hareket haline gelmiştir. Gerillanın yanı sıra onun en büyük gücü bu ideolojik kadrosudur. Maalesef Nabi Yağcı ile birlikte TKP kendi aydın elitini yenileyemez duruma düştü. Nabi’nin burjuva saflarına geçmesi, dönekliği ile birlikte tam bir yozlaşma dönemi yaşandı. Şimdi partimizin önünde işçi sınıfı hareketinin tarihi misyonunu, günümüzdeki görevlerini işleyecek ideolojik kadroları yetiştirme görevi bulunmaktadır.
Genel olarak Türkiye proletaryasının mücadelesini savunan aydınlar da burjuva kökenlidir. Mustafa Suphi ve Ethem Nejat burjuva kökenlidir. Bu ilk işçi sınıfı aydınlarını burjuvazi hunharca katletti. Ama ülkenin kurtuluşunun ancak sosyalizmde olduğunu gören burjuva aydınları işçi sınıfı saflarında yer almaya devam ettiler. Şefik Hüsnü burjuva kökenlidir. Nazım Hikmet, Reşat Fuat, Zeki Baştımar, Aram Pehlivanyan, Suat Derviş, Behice Boran ve daha birçok TKP üye ve yöneticisi burjuva kökenlidir. Bunlar yaşamlarını işçi sınıfı mücadelesine adamışlardır. Her biri yıllarca hapislerde yattılar, işkenceler gördüler, sürgünlere gittiler. Ama işçi sınıfımızın, halkımızın demokrasi ve sosyalizm yolunda kurtuluş mücadelesi vermekten asla yılmadılar. Uzun yıllar işçi sınıfı ve halkımızın mücadelesi, her birinin eksik ve hatalarıyla birlikte bunların omuzlarında yükseldi. Hatta şu rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye’de egemen olan sınıf burjuvaziydi, ama 50’li yıllara kadar bu aydınlar ve bunların çevresinde toplana sol, demokrat aydınlar sayesinde ülkede burjuva ideolojisi kadar işçi sınıfı ideolojisi, sosyalist görüşler de etken olmuştur. 60’dan sonra bu etkenlik yeni gelişmelerle başka bir düzeyde gelişmiştir.
Türk burjuvazisi ve aydınları
20.Yüzyılın başında palazlanmaya başlayan Türk burjuvazisi Osmanlı kasnağı üzerinde Cumhuriyeti kurarken yeknesak değildi. Türklük kavram ve anlayışı henüz yeni yeni gelişiyordu. Tek başına Türklük her şeyi ifade etmiyordu. Ancak İslam’la, Sünni İslam’la bir içerik kazanıyordu. Onun için gelişmekte olan Türk burjuvazisinin ideolojisi Türk-İslam sentezi denen Türk milliyetçiliği ile Sünni İslam anlayışının bir karışımıydı. Başından beri egemen olan burjuvalaşan veya zenginleşen Osmanlı paşalarıyla Anadolu’daki eşraf tabakasıydı. Bunların dışında Anadolu’da yaşayan halk, Türkmenler, Yörükler, Kürtler uzun süren savaşlar sonunda yoksullaşmış, perişan düşmüş, geri kalmış, okuma yazması olmayan cahil bırakılmış çaresiz bir kitleydi. Bu kitleye dayanarak modern bir cumhuriyet yaratma ve kurma olanağı yoktu. Yeni gelişmekte olan burjuvazi Anadolu’yu hep hakir görmüştür. Halka hep cahil, bilgisiz, görgüsüz, kaba gözüyle bakmıştır, halkı hep aşağılamıştır. Sonunda cumhuriyetin omurgasını mübadele ile Balkanlardan gelen göçmenler teşkil etmiştir. Göreceli kapitalist ilişkileri yaşamış, daha gelişkin üretim araçlarını kullanmış bu yeni Anadolulular eski Anadolulara karşın daha bilgili, görgülü ve üstündüler. Fark üretim ilişkilerindeydi. Biri daha ileri, diğeri daha geri bir üretim ilişkisi içindeydi. Horlamanın temelinde yatan bu ilişkilerdi. Egemen güç olarak bu Balkan göçmenleri de Anadolu halkını aşağılayanlar arasında oldular.
Cumhuriyet kurulurken ülke şöyle bir tablo arz ediyordu. Mübadele olmuştu. Hıristiyan Rumlar ve Türkler (az da olsa) ülkeyi terk etmişti. Ermeniler önceden ya soykırıma uğramış ya da sürülmüşlerdi. Geri kalan Rumlar ve Ermeniler Müslümanlığı ve Türklüğü kabul etmek zorunda kalmışlardı. Çerkes, Laz, Gürcü, Abhaza ve diğer Kafkas halkları ise önceden müslümanlaştırılmışlar, cumhuriyetle birlikte Türk olmak zorunda bırakılmışlardı. Mübadeleyle gelen Balkan halkları, kendine Ertuğrul Özkök gibi “Evlad-ı Fatihan” diyen Türkler, Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış Arnavut, Boşnak, Bulgar ve Rum asıllılar Ege, Marmara ve Trakya’ya yerleştirilmişlerdir. Cumhuriyeti oluşturan kesim mübadele ile gelen bu göçmenler ve daha çok Karadeniz bölgesinde ve Anadolu’nun bazı yerlerinde Müslümanlaşmış ve Türkleşmiş eski Hıristiyanlar ve eşraftı. Bunlar bugün Beyaz Türkler denen kesimdir. Diğerleri Anadolu’da yaşayan Türkmen, Yörük ve Kürtler, yani Kara Türkler, Zenci Türkler’dir. Egemen olan da bu Beyaz Türk kesimden çıkan burjuvazi ve bunların temsilcisi durumunda olan paşa ve bürokratlardı. Ankara’da mecliste olanlarda bunlardı. Bu Beyaz Türklerle Zenci Türkler arasındaki ilişki, efendilerle köleler arasındaki ilişkiler gibiydi. Efendinin köleyi hor görmesi gibi beyaz Türk’ün Zenci Türk’ü aşağılaması normal görülüyordu. Bugün de burjuva aydınlarında görülen bu anlayışın bir yansımasıdır
Türk burjuvazisinin ebedi kavgalı iki kanadı
Beyaz Türkler’in oluşturduğu bu kesimin hepsi koyu Müslüman ve Türk’tü, ama yeknesak bir bütün değildi. Bu kesimin egemen olan burjuvaları ve temsilcileri arasında bir birlik yoktu, iki görüş ortaya çıkmıştı. Birincisi Mustafa Kemal ve çevresinde olanlar, diğeri de Rauf Orbay, Refet Bele ve onların çevresinde olanlar. Mustafa Kemal ve çevresi Türklüğü ve “laik” İslam’ı savunmakta, padişahsız, halifesiz, Avrupa aydınlanmacılığını örnek alan modern, devletçi bir cumhuriyet düşünmekteydiler. Rauf Orbaylar ise Türklüğü ve Vahabi Sünni Müslümanlığı, padişahlığı ve halifeliği, serbest piyasayı ve adem-i merkeziyetçiliği savunan daha çok meşrutiyetçi bir devleti düşünmekteydiler. Bu iki grup ve görüş arasındaki ayrılıklar birbirini yok etmeye varan çatışmalara dönüştü. Mustafa Kemal’in dayandığı kesim daha çok İstanbul’da oturan, Balkanlar’dan gelen, Avrupa’ya açık olan kesimle, Anadolu’daki bazı eşraf ve ticaret kesimiydi. Türkleşen ve Müslümanlaşan Hıristiyanlardan destekleyen görece azdı. İkinci grubu destekleyenler tarikatlar, özellikle Karadeniz bölgesinde Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış Hıristiyanların büyük bir çoğunluğu idi (Erdoğan ve Sözlü bugün bunların temsilcisidir), Anadolu’daki eşraf ve medreselerin büyük bir kesimi yine bu ikinci grubu destekliyordu. Balkan göçmenleri ve İstanbul’da da küçümsenmeyecek taraftarları vardı. Burjuvazi daha cumhuriyet kurulurken ikiye bölünmüştü. İki kanattan oluşuyordu: Kemalist kanat, İslami kanat. Buna paralel olarak burjuva aydınları da iki kanada ayrılmıştı: Kemalist aydınlar, İslami aydınlar. Bunlar arasında da yoğun bir ideolojik mücadele başlamıştı.
Bu kavgada sonunda Mustafa Kemal Türkçülüğü, “laik” İslami ve devletçiliği üstün geldi, Vahabi Sünni İslam Türkçülüğü, padişahçılık ve halifecilik, serbest piyasa görüşü kaybetti. İktidar Kemalistlerde kaldı. Padişah ve halife yanlıları kaybetti. Onlar bu iktidar kaybını hiçbir zaman hazmedemedi. Kemalistler halife ve padişah yanlısı olan bu Vahabi-Sünni Müslüman kesime ağır baskılar uyguladı. Onlar da her fırsatta iktidarı alabilmek için isyan ettiler, başkaldırdılar. Her seferinde ezildiler. Onlar Kemalistler tarafından gerici, yobaz diye aşağılandı, horlandı. Onlar da Kemalistleri batı taklitçisi aşağılıklar diye saldırdılar. Böylece aşağılanan ve horlanan iki kesim çıktı. Biri burjuvazinin bir kesimi tarafından aşağılanan, ikincisi de her iki burjuva kesimi tarafından aşağılanan Anadolu halkı, işçi ve emekçileri, köylüleri, Türkmen, Yörük ve Kürt halkı. Bunun ikisini birbirinden çok iyi ayırt etmek gerekir. Tekrar vurgulamak gerekirse, Kemalistler de, padişahçı-hilafetçiler de Türkçüdür, İslamcıdır, biri “laik”tir, diğeri Vahabi Sünnidir, biri Batı cumhuriyetçisidir, diğeri İslam cumhuriyetçisidir. Yani Türkiye’de burjuvazinin iki kanadı vardır. Kemalist kanat, İslamcı kanat. Bu iki kanat da birbirine hakaret eder, birbirini aşağılar. Ama bu her iki kanat da komünistlere ve Kürtlere karşı, işçi sınıfına, köylüye ve emekçi halka karşı, devrimci demokratik güçlere karşı, baskı ve savaşta her zaman anlaşırlar. Kıbrıs’ın ilhakında, ‘’vatanın bekası’’için komşu ülkelere, Kürdistan’a karşı savaşta birleşirler.
Her iki kanattan burjuvazinin aşağıladığı hep emekçi halk olmuştur
Geçmişte de, günümüzde de İslamcı kanat horlananın yalnız kendileri olduğunu yaygınlaştırdılar. Bunun için kendilerine müttefikler aradılar. Zaman zaman da başarılı oldular. Ama 2002 senesinde iktidar olduktan sonra durum değişmeye başladı. İktidarlarını tüm horlananların kurtuluşu gibi lanse etmeyi başardılar. Benim başörtülü kardeşime neler yapılmadı diyerek başörtüsünü suiistimal ettiler, bayraklaştırdılar, başörtüsüyle kendilerine bir zırh gibi örüp dokunulmazlık sağladılar. Genellikle Müslüman olan Anadolu halkında sanki kendi kimliğini bulmuş, horlanmaktan kurtulmuş, özgürlüğünü elde etmiş izlenimi yarattılar. Özünde Anadolu halkının kazandığı ne bir kimliği ne de özgürlüğü vardı. O hâlâ horlanıyordu, ama farkında değildi. Özellikle AKP iktidarının ilk yıllarındaki iktidara yerleşme dönemindeki göstermelik liberalliği bu ortamın doğmasına yardımcı oldu.
AKP iktidara iyice yerleştikten sonra Kemalist burjuva kanada, liberal ve demokratik aydınlara saldırıya geçti. Şimdi baskı yapma, horlama, intikam alma zamanı bizde dediler. Bu grupların çoğunu sindirdiler. Sonra sıra halka geldi. Kürtlere saldırdılar, demokratlara, solculara, komünistlere, işçilere, köylülere, esnafa saldırdılar. Erdoğan, Mersin’de “çiftçinin anası ağlıyor” diyen bir köylüye “ananı da al git” diye hakaret etti, Soma’da 301 kişinin öldüğü maden kazasını protesto eden bir işçiye kendisi bir yumruk, bir diğer işçiye de müşaviri Yerkel tekme attı. Artık kim Erdoğan’ı protesto eder, eleştirir, karşı gelir, itaat etmez, o düşmandır, her türlü hakarete ve bertaraf edilmeye müstahaktır. Erdoğan güçlendikçe faşist rejimini yerleştirdikçe halka karşı tavırları daha da değişecektir. Tüm faşist rejimlerde olduğu gibi yöneten bir elit ve horlanan, aşağılanan bir halk anlayışı yerleşecektir, üstün İslami Beyaz Türk ile aşağılanan Zenci Türk anlayışı daha belirgin ortaya çıkacaktır. Bundan muhalif ve diğer Beyaz Türkler de nasibini alacaktır ve almaktadır.
Böhürler, Barlas, Ardıç gibi sözde aydınların halka yönelik hakaretleri Erdoğan’ın yerleştirmeye çalıştığı faşist iktidar ve anlayışının bir yansımasıdır. Bundan böyle halka karşı bu gibi hakaretler sık sık görülecektir. Nasıl Kemalistler kendi egemenliklerini kabul etmeyen herkese saldırdı, onları aşağıladıysa, şimdi de Erdoğan aynısını yapmaktadır. Hem Kemalistlere hem de halka saldıracaktır. Erdoğan faşist tek adam rejimini yerleştirdikçe bu hakaret ve saldırılar artacaktır. Bu Erdoğan’a karşı yığınları harekete geçirme mücadelesinde dikkate alınması gereken yeni bir durumdur. Burjuva aydınının her zaman işlevi egemenleri haklı çıkaracak şekilde onların anlayış ve politikalarını yazıyla savunmaktır. Ama hiç unutulmamalı ki, bugün kanlı bıçaklı olan burjuvazinin bu iki kanadı her zaman Kürtler, komünistler, işçi sınıfı ve emekçiler, devrimciler ve demokratlar söz konusu oldu mu hemen birleşirler.
Vatandaşa “ayı” diyen gazeteci müsveddesi Engin Ardıç
Hiç şüphe yok ki, Kılıçdaroğlu’nun “kibir abideleri” dediği bu burjuva aydınları içinde en çirkefi Sabah yazarı Engin Ardıç’tır. On Nisan gecesinde sokağa çıkmak zorunda kalan vatandaşı en bayağı şekilde aşağılayan, ona hakaret yağdıran odur. Engin Ardıç Sabah’taki köşesinde şöyle diyor: “Yasağı çiğneyen ayıları televizyondan gülerek izlemiyor muyuz? İş bu yasak alt tabaka için konulmuştur. Çünkü hava henüz serin olsa da güzel, baharın ucu göründü, hafta sonu bunları ‘zapt etmek’ mümkün olamayacaktı. Küçük burjuva yasaklara büyük ölçüde uyum sağladı. Yüksek sosyete, Şeyma hariç, olgun davranıyor. Ama onların evleri de geniştir. Arıza çıkaran lümpen proletaryadır. Virüsün yoğun olarak gözlendiği semtlere bakın, anlarsınız.”
“Ayı”, “lümpen”, “alt tabaka” diyerek vatandaşı aşağılayan, kendisini dev aynasında gören böylesi bir aydın müsveddesinin ancak kendisi olabilir. Gerçek bir aydın vatandaşın içine düşürüldüğü duruma gülmez, aksine vatandaşı bu duruma düşürenleri suçlar, sorgular. En azından ilan edilecek sokağa çıkma yasağının neden iki saat önceden açıklandığını sorar. Sokağa çıkma yasağının 3-4 çocuklu aileyi 2 odalı evlerinde “zaptetmek” için zorunlu olarak ilan edildiğini söyleyip onları aşağılarken, evleri geniş, bahçeleri büyük olan burjuvaziyi yasaklara çok iyi uyum gösterdi, yüksek sosyeteyi olgun davrandı diye övmek ancak satılık bir gazetecinin, Saray dalkavuğunun, apolegetin işi olabilir.
Engin Ardıç’ın geçmişten de dosyası, sicili kabarıktır. O, Egemen Bağış’ı protesto eden öğrencilere “p.çkurusu” diyecek kadar alçalan biridir. Ayrıca Engin Ardıç işçi düşmanı azılı bir antikomünist olarak tanınır. Yalan haber ve makale yazmakta, insanları karalamakta ve hakaret etmekte pervasızdır. Dürüst gazetecilik anlayış ve etiği sıfırdır. Bu Engin Ardıç 23 Ağustos 2010 tarihinde yine Sabah gazetesindeki köşesinde 1930 yıllarından beri TKP Merkez Komitesi üyesi olan ve 1998 yılında hayatını kaybeden Mehmet Bozışık’ı (Boz Mehmet) karalayan, iftiralar atan ve hakaret eden yalan bir makale yayınladı. Yaşamını çalışarak, bir tütün işçisi olarak kazanan Bozışık’ı fabrikatör yapacak kadar alçaldı. O günkü yazısında Bozışık’a şöyle hakaret ediyordu:
“Bir zamanlar ‘Boz Mehmet’ diye bir adam vardı, ‘eski tüfeklerden’, gizli TKP üyesi, sıkı komünist. Boz Mehmet aynı zamanda bir fabrikatördü. İzmir’de fabrikası vardı. İşçiyi de üç otuz paraya çalıştırırdı. İşçiler zam istedikleri zaman da onlara şöyle derdi: ‘Acele etmeyin… Yakında devrim patlayacak… O zaman bu fabrika zaten sizin olacak… Şimdilik dayanın…’Bu tür yaratıklar beni hep çok eğlendirdiler. Durup durup beni haklı çıkardıkları için de aslında onlara teşekkür borçluyum.” Yalan ve iftirada bu kadar mahir bir adam.
Ömrünü işçi sınıfı davasına, sosyalizm için mücadeleye adamış, bu mücadele uğruna 16 yıl hapis yatmış, işkenceler görmüş, yıllarca sürgünlerde yaşamış, onurlu, başı dik, tütün işçisi sıkı bir komünistti, işçi hakkını yiyen bir fabrikatör yapma becerisini göstermeyi bugüne kadar polis bile aklından geçirememişti. Evet, Boz Mehmet parti görevlisi olarak İzmir’e gitmiştir. Ama o İzmir’de fabrika değil, parti hücresi kurmuştur. Ardıç Bozışık’a yakıştırmaya çalıştığı işçi sömüren komünist fabrikatörlük yalanıyla tüm komünistleri karalamaya, onları böyle bir iş yapacak “yaratık” olarak göstermeye, hakaret etmeye kalkmaktadır. Bunu yapan kişi gazeteci değil bir provokatördür. Yalancı sahtekârın biridir. Burjuvazinin yalakasıdır. Onun amacı komünistlere çamur atmaktır. O komünistlere çamur atmayı, kendi sınıfındakilere çamur atmaya benzeyeceğini zannetmektedir. Ama onun attığı çamur komünistlerde değil, ancak burjuvazide iz bırakır. Komünistlere attığı çamurla yalnız kendi elini kirletir. Öyle de oldu. O zamanki Sabah Yayın Yönetmeni özür dilemek zorunda kalmıştı. İşte böyle bir kişi şimdi vatandaşa “ayı”, “lümpen”, “alt tabaka” diye hakaret ediyor. Bunlar bu cesareti nereden alıyorlar? “Reis”ten! Vatandaşa şiddet ve hakareti reva gören “Reis” ve çevresinden. Çiftçiye “Ananı da al, defol git” diyen, Soma’da maden işçisine tekme tokat girişen, “bu milletin anasını belleyeceğiz” diyen “Reis” ve çevresinden başka ne beklenir. Ama şu bilinmeli ki, bugün “alt tabaka”, “lümpen” diye hakaretler yağdırılan bu sınıf yarın o sarayı “Reis”i ile birlikte onun çevresinin başına geçirecek olan sınıftır.