Haber / Yorum / Bildiri

Koranavirüs “Allah‘ın Lütfu” mu?

Demokrat güçler tek adam rejimine karşı asgari hedeflerde birleşmeliler !

İstanbul, Ankara, İzmir Büyükşehir Belediyelerinde fiili kayyım

Mümin Toprak

ERDOĞAN’ın 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerinde, daha seçimin ertesi günü sonuçlar ilan edilirken başta İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır gibi alamadığı büyükşehir belediyelerini çalışamaz hale getireceğini, şu veya bu şekilde onları gasp edeceğini söylemişti. İstanbul’da seçimleri yeniletti, daha çok kaybetti. Arkasından Diyarbakır, Mardin, Van olmak üzere birçok Kürt il ve ilçelerindeki HDP’li seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerine kayyum atadı. Sonra kaybetmeyi hiçbir şekilde hazmedemediği batıdaki üç Büyükşehir Belediyesine, İstanbul, Ankara, İzmir’e yöneldi. Her fırsatta onların çalışmalarını engellemeye kalktı. Ama bunu tam olarak bir türlü başaramıyordu. Kürt illerinde olduğu gibi alıp yerine kayyım da atayamıyordu. İmamoğlu’nun altına kırık sandalye koydu, onu istenmeyen adam olarak kamuoyuna lanse etmeye kalktı, ama geri tepti. Ne yapmalıydı?

En güzeli onları yokmuş gibi saymaktı. Ama bunu nasıl yapacaktı? Her üç şehrin belediye başkanları iyi bir belediyecilik çalışması sergiliyordu. O zaman yapılması gereken belediyelerin çalışma alanlarını onlardan alıp bakanlıklara veya valiliklere vermekti. Bu konularda yasa çıkartma girişimleri de oldu. Yine de belediyelerin doğrudan halkın sempatisini kazanan hizmetleri engellemek mümkün olmuyordu. Onlar sempati kazandıkça Erdoğan çıldırıyordu. Bunların mutlak engellemesi gerekiyordu. Bunun içinde “Allah’ın bir lütfu” lazımdı. Ne hikmetse Allah’ın lütfu hep ya bir felaketle ya da bir afetle geliyor. Erdoğan, engellemediği 15 Temmuz Fethullahçı darbe girişimini Allah’ın bir lütfu olarak gördü ve bunu OHAL’lerle, KHK’larla kendi iktidarını güçlendirmek için kullandı. Şimdi de milletin başına şu korona pandemisi musallat oldu. Acaba korona pandemisi de Allah’ın bir lütfu olabilir miydi? Bu felaket üç büyükşehir belediyesine karşı kullanılabilir miydi?

Allah’ın yeni lütfu: Koronavirüs

Önce şu tespiti yapmalıyız: Koronavirüs tüm dünyaya özellikle uçak yolculuğu ile yayılırken Erdoğan ve çevresi Çin’den, Avrupa’dan, Umre‘den uçakla gelen yolcuları kontrol etmeden, karantinaya almadan ülkeye bıraktı, bir yerde virüsün yayılmasını teşvik etti. Sonrada yağız hırsız misali, virüs bize Avrupa’dan geldi diye suçu Avrupalıların üstüne yıkmaya kalktı. Uzun zaman hiçbir önlem alınmadı. Virüs vakaları ortaya çıkmaya başlayınca da elleri ayakları birbirine dolaştı. Hiçbir hazırlık yapmadıkları ortaya çıktı. Hastaneler hazır değildi. Yeterli test kitleri ve laboratuarlar – olanlar da kendi dönemlerinde kapatıldığı için- yoktu. Maske ve hijyen maddeleri hemen karaborsa oldu. Vatandaşın ise temizlik malzemelerine, dezenfektanlara ihtiyacı vardı. Hükümetin, tek adam rejiminin, merkezi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi‘nin bütün atıllığı, yetersizliği ve yeteneksizliği tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Virüsün önünü almak için işyerlerinin kapatılması, insanların eve kapanması gerekiyordu. Bunlar yapıldıkça binlerce insan işsiz kaldı. Büyük şehirlerde açlık ve yokluk aldı başını gitti. Kendi çevresindeki patronlara 100 milyar yardım ayrılırken, işçiye, işsize, esnafa hiçbir yardım öngörülmedi. Vatandaş şaşkındı. İşte tam bu anda vatandaşın yardımına belediyeler koştu, yetişti.

CHP’li belediyeler korona salgınının sonuçlarıyla mücadele etmek, özellikle işsiz kalan, geliri olmayan vatandaşlara maddi ve mali yardımları örgütlemek için kriz merkezleri oluşturdular. Bu kriz merkezleri, kendilerine telefon edip yardım isteyenlerin ihtiyaçlarını tedarik edip evlerine kadar götürülmesini sağladılar. Sokağa çıkamayanlar için ekmek ve temel gıda maddesi, dezenfektan ve temizlik malzemesi dağıtımına başladılar. Bu masrafları karşılamak için hemen bir bağış kampanyası açtılar. Bu kampanyalar büyük ilgi gördü ve bağış toplamakta başarı sağladılar. Gençlere ve öğrencilere maddi destekte bulundular. 25 yıldan beri sürdürülen aşevi çalışmalarını genişlettiler. Özellikle sokaklarda olan vatandaşın bir öğün sıcak yemek yemesini sağladılar. Korona salgınına karşı mücadelede etkili yöntem beslenmedir, bu belediyeler bu konuda güzel bir örnek verdiler.

Üç büyükşehir belediyesinin başarıyla yaptıkları diğer bir sosyal hizmette maske dağıtımı idi. Maskeler karaborsaya çıkmışken ve bulunamazken belediyeler bu maskeleri bedava halka dağıtmaya başladılar. Böylece halkın virüsten korunmasını sağlamış oldular. Vatandaş belediyelerin hizmetinden memnundu. Belki ilk kez CHP’li belediyelerle halk birbirine böylesine yaklaşmış ve bağlanmıştı. Hükümet halka onun zor bir gününde hizmet veremez ve götüremez duruma gelmişti. Belediyeler verdikleri hizmetle halkın sevgi ve sempatisini kazanıyordu.

Erdoğan için CHP’li belediyelerin böylesine başarı elde etmesi hiç de iç açıcı değildi. Koronavirüs karşısında hükümetin yetersizliği bu belediyeler için bir çeşit Allah’ın lütfu olmuştu. Erdoğan için ise acilen koronayı Allah’ın bir lütfuna çevirmek gerekiyordu. Erdoğan harekete geçti. Fakat devletin kasasında para yoktu. Para olmadan milleti kazanmak ise olanaksızdı. Bir kabine toplantısından sonra Erdoğan korona pandemisiyle bir mücadele “programı” açıkladı. Program halktan “bağış” adı altında para toplamaktı. Halk devletten bir yardım paketi beklerken, Erdoğan halkın cebindeki son kuruşa göz dikmişti. O, devlet bankalarının, ihale verdiği şirketlerin, maaş alan memurların üstüne çökerek bağış toplamaya başladı. Halka sözde “hizmet” götürebilecek biraz para topladı.

Devlet artık vatandaşa hizmet için harekete geçmişti. Artık korona salgınıyla mücadelede belediyelere gerek yoktu. Koronavirüsü artık Allah’ın Erdoğan’a bir lütfu idi. Erdoğan hemen belediyelerin bağış toplama yetkisini yasakladı ve belediye bağış hesaplarına el koydu. İtiraz etmek isteyen İmamoğlu’na “devlet içinde devlet olmaz” diyerek, direnecek olursa terörist addedileceğini ima ediverdi. İmamoğlu ve diğer belediye başkanları ise haklı oldukları halde direnemediler. Erdoğan bağışların bundan böyle ancak devletin açtığı IBAN hesaplarına yatırılacağını belirterek belediyelerin büyük bir mali kaynağını yok etti. Sonra Erdoğan aşevlerinin hesabını kapattı. 25 yıldır hizmet veren aşevlerine fiilen son verdi. „Bunlara gerek yoktur“ dedi. Belediye başkanları yine direnemediler. Aynı şekilde belediyelerin ekmek, temel gıda maddeleri, temizlik malzemeleri dağıtımını yasakladı. Bu dağıtımları bundan böyle valilik kontrolünde polis, jandarma, muhtarlık veya Vefa Sosyal Destek Grubu tarafından gerçekleştirilecekti. 65 yaş üstündekilere vaat ettiği kolonya şişesini 5 maskeyle birlikte, üstünde Cumhurbaşkanlığı forsu bulunan ve içinde kendi imzasının olduğu bir mektubu, yaptırttığı paketin içine koyarak polis ve jandarmaya dağıttırdı. Oysa bu paketleri Erdoğan kendi cebinden değil, devletin kasasından ödettirmiştir, ama onları sanki kendi özel paketiymiş gibi dağıttırmakta idi. Devletin olanaklarını kendi çıkarları için kullanarak bir kez daha suç işliyordu. Ama Allah’ın lütfu böyle bir şeydir. Virüs Erdoğan’a yaramaya başlamıştı.

Maske dağıtım beceriksizliği

Maske konusunda da Erdoğan benzer bir tutum sergilemiştir. Hemen CHP’li belediyelerin maske dağıtımını yasakladı. CHP’li Belediye Başkanlarından yine ses çıkmadı. Sanki “şeriatın kestiği parmak acımazdı”. Erdoğan bundan böyle maskeleri merkezi ve parasız olarak devletin dağıtacağını açıkladı. Devlet herkese 5 maske verecekti. Ama nasıl? Yine valilik ve polis eliyle mi, yoksa sokakta dağıtarak mı? Ama kim? Sonunda Cumhurbaşkanlığı Hükümeti PTT aracılığı ile dağıtmaya karar verdi. Ama bunu gerçekleştiremediler. Ağızlarına yüzlerine bulaştırdılar. Bunun üzerine maskelerin eczaneler üzerinden dağıtılacağı açıklandı. Vatandaş e-devlete başvuracak. E-devlet de onun cep telefonuna bir kod gönderecek, vatandaş da bu kodla eczaneye gidecek, 5 maskesini alacak. Ama bu da sorun oldu. Ne eczaneler için kod ne de e-devletten maske geldi.

Oysa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bundan böyle sokaklarda, otobüs ve metrolarda maske takma mecburiyeti getirmişti. Takmayanlara ceza uygulayacaktı. Dağıtamadığı maskenin takmama ceremesini vatandaş çekecekti. Olaylar gösterdi ki, maske dağıtmak, yemek dağıtmak, gıda maddeleri, temizlik malzemeleri dağıtmak hükümetin değil, belediyelerin işidir. Ama burası Türkiye, faşizan tek adam rejimi, her şeyi tek adam, “Führer” yapar, yapılan her şey tek adam “Führer”e yarar ve yaramalıdır. Muhalefete yarıyorsa o iş bir “virüs” işidir, yok edilmesi gerek. Muhalefet varlığına şükretmelidir. Erdoğan, muhalefetin varlığını bir “virüs”e benzetti ve koronavirüsü ile birlikte bu “virüs” de yok edilecekti. Artık koronavirüsü Erdoğan için Allah’ın lütfu olabilirdi. Şimdi bundan tam yararlanmanın zamanıydı.

CHP’li Büyükşehir Belediyeleri saf dışı

Artık ilan edilen yasaklarla CHP’li belediyelerin eli kolu budanmış, fiilen belediye faaliyetlerinden saf dışı edilmişti. Şimdi sıra onları politik faaliyetlerden de saf dışı etmekti. Bunu da 11/12 Nisan’da uyguladığı “sıkıyönetim” ilanıyla yaptı. Tüm bilim adamları korona salgınıyla en iyi mücadelenin en az iki hafta sokağa çıkma yasağının uygulanması olduğunu açıkladılar. Ama bunun getireceği ekonomik yükü de hükümetin üstlenmesi gerekiyordu. Erdoğan ise kasadaki paraları yiyip bitirmişti. Hazine tamtakırdı. Sokağa çıkma yasağını ilan edemiyordu. Erdoğan çareyi hafta sonlarında sokağa çıkma yasağı ilan etmekte buldu. Hükümet 11/12 Nisan’a gelen hafta sonunda 31 ilde sokacağa çıkma yasağı aldı ve bu yasağın ilanını ve tatbikatını İçişleri Bakanı Soylu’ya bıraktı. Muhalefetten ve milletten bir tepki gelmesine imkân vermemek için bir nevi “sıkıyönetim” ve bir darbe gibi olan bu girişimi gece yarısına 2 saat kala açıkladılar  Vatandaş ihtiyacını karşılamak için bu iki saati değerlendirmek üzere caddelere döküldü, alış-veriş yapabilmek için birbirini “yedi”. Şimdiye kadar koronadan kendini koruyanlar da virüsten nasibini almış oldular. Hafta sonu sokağa çıkmama daha başından etkisini kaybetti.

Ama Erdoğan hedefine ulaşmıştı. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Birincisi gece yarısında muhalefet tepki gösterememişti. İkincisi de korona salgınıyla mücadelede hükümetin stratejisinin “sürü bağışıklığı” olduğunu kamuoyuna sessizce kabul ettirmişti.

İki günlüğüne de olsa, sokağa çıkma yasağı kararının alınmasına belediyelerin mutlaka entegre edilmesi, iki gün eve kapanacak vatandaşların zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmasında belediyelerin seferber edilmesi gerekirdi. Erdoğan bırakalım belediyelerin entegre edilmesini, onları “ignore” etti, varlıklarını yok saydı, bundan böyle belediyelerin yapacakları işleri valilerin yapacağını fiiliyatta açıklayıverdi. Belediye hizmetlerinin büyük kısmını bundan böyle valilerin üstlenmesi demek, valilerin başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere CHP’li Büyükşehir Belediyelerine fiilen kayyım olarak atanması demekti. Korona virüsü Erdoğan için Allah’ın bir lütfu olmaya başlamıştı.

İmamoğlu alınan kararlara kendilerinin entegre edilmesini, en azından önceden bilgilendirilmesini istiyor. Bu olmayınca da dert yanıyor, yakınıyor, eleştiriyor, ama dinleyen yok. Çünkü hükümeti, Erdoğan’ı protesto edemiyor, ona başkaldıramıyor. Başkaldırdığı anda Erdoğan’ın kendisini görevden alacağından korkuyor. Ama fiilen görevden alınmaya, yerine valinin kayyım atanmaya başlandığını ise idrak etmek istemiyor. Sonunda koronavirüsü Allah’ın lütfu olarak gören Erdoğan CHP’li belediyeleri işlevsiz hale getirdi ve daha da getirecektir. Ne diyor Erdoğan? “Muhalefet “virüsü” koronavirüsle birlikte yok edilecek.”

Erdoğan’a karşı demokrasi güçleri birleşmeli

Tüm faşist rejimler gibi Erdoğan’ın hedefi açık: İki “virüs”ü birden yok etmek: Muhalefet ve Korona. Erdoğan’ın koronayı yok edecek gücü yok. Ama onu Allah’ın lütfu sayıp muhalefeti “yok” etmeye gücü yetebilir, eğer demokrasi güçleri birleşip ayağa kalkmaz ve Erdoğan’ı durduracak ortak bir stratejide anlaşamazlarsa. Önümüzdeki günlerde muhalefete karşı baskılar ve saldırılar artacaktır. Bunun hukuki temeli torba yasalarda sosyal medyaya akademisyenlere karşı getirilen yaptırımlarla atılmaktadır. Fiiliyat tarafı da sokağa çıkma uygulamasıyla oynanan tiyatro veya senaryoda veya güçler savaşında konumu güçlenen İçişleri Bakanı Soylu’ya bırakılmaktadır.

Sarayda entrikalar çoktur. Saygıdeğer damatlar, sevilen büyük vezirler, bir anda kellesi alınan damatlar ve vezirler çoktur. Sultan (Reis) güçlü olduğu sürece bunlar arasında hırlaşmalar olur, ama sonunda sultanın tahta kalması için ne gerekiyorsa o yapılır. Tamtakır hazineden sorumlu damat “başarılı” bir şekilde halkın gözünü boyayabilmekte, ama işsize ve yoksula dağıtmayı vaat ettiği günlük 39 lira ile Reis’in tahtını garantilemek ise mümkün değildir. Hazinenin tamtakır olduğu bir dönemde Reis’in iktidarı ancak şoven bir Türk milliyetçiliği dalgasıyla garanti altına alınabilir. Bakan Süleyman Soylu hafta sonu sokağa çıkma yasağı uygulamasında ortaya çıkan hataları “kabullenerek” Erdoğan’ı dinlemeyip istifa etmesi, sonra MHP çevrelerinden ve Bahçeli’den gelen etkilemelerle Erdoğan’ı dinleyip istifasını geri alması hem Erdoğan’ın çizilmez denen karizmasına atılan bir çizikti, hem de hükümet içinde şoven Türk milliyetçisi kanadın, MHP’nin ve Ergenekoncuların etkisinin artması demekti. Şu an böyle bir gelişme Erdoğan’ı rahatsız etmiyor, çünkü iktidarı için böyle şoven milliyetçi bir dalgaya gereksinimi var. Ama bu dalganın muhalefet için sonuçları çok ağır olacak.

Önümüzdeki dönem başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere HDP’ye, CHP’ye, diğer demokratik güçlere saldırı artacaktır. CHP’li belediyelere kayyım atanmasa da onlar tamamen işlevsiz hale getirilecektir. Kürdistan’da savaşa hız verilecek, İnfaz Yasası‘yla hapishanelerde canilerden boşalan yerler yeniden, Kürtlerle, aydın ve akademisyenlerle, gazeteci ve politikacılarla doldurulacaktır. Bunları da şoven Türk milliyetçiliği adına yöneten “güçlü” Bakan Soylu olacaktır. Burada sorun demokratik güçlerin şimdi ne yapacağıdır?

Muhalefetin üstüne gelmekte olan saldırı çok büyük. Bu saldırıyı göğüslemek için belli hedefler için birlikte hareket etmek şart. Önce bu hedef kabartılacak olan şoven Türk milliyetçiliğini kırma yönünde olmalıdır. Milliyetçiliği kabartan savaştır. Her şeyden önce savaşa karşı durmak gerekir. Başta Kürtlere karşı savaş olmak üzere, İdlib’de, Libya’da yürütülen savaşlara karşı çıkılmalı ve hemen bir ateşkes talep edilmelidir. Savaşa giden paraların korona salgınına karşı mücadelede kullanılması istenmelidir. Düşüncelerinden ve siyasi görüşlerinden dolayı insanların tutuklanmasına karşı çıkılmalıdır. İnfazdan yararlandırılmayan Demirtaş, Kavala, Kışanak, Yüksekdağ gibi siyasi ve fikir suçluların serbest bırakılması için bir dayanışma kampanyası açılmalıdır. Korona salgınıyla mücadelede gerekli acil mali kaynak yaratmak için köprü, tünel, yol, havalimanı işleten şirketlere ödenmesi garanti edilen paraların, 6 milyarın hemen ertelenmesi talep edilmelidir. Korona salgınıyla mücadelede “sürü bağışıklığı” stratejisi hemen terk edilmeli, kesin olarak her vatandaşın hayatını kurtarmayı öngören hastane tedavi sistemine geçilmeli ve bu sistemin güçlendirilmesi gerektiği istenmelidir.

Sürü bağışıklığı sistemi

Sürü bağışıklığı yönteminde virüsle mücadeleyi belli tıbbi bir önlem almadan insanlar virüsle baş başa bırakılıyor. Virüse yenik düşenler ölüyor. Bağışıklık sistemi güçlü olanlar virüsü yenip yaşamaya devam ediyorlar. Böylece tabii bir seleksiyonda başarılmış oluyor. Topluma, kapitalist sisteme yük olan yaşlı ve emekliler, engelli ve özürlüler gibi virüse karşı riskli olan grupların virüse yenik düşüp ölüyorlar. Böylece kapitalist toplum da bir mali yükten kurtulmuş oluyor. Virüsle mücadelede bu yöntemi uygulayanlar genellikle mali gücü olmayan fakir Afrika ve Asya ülkeleridir. Zengin Avrupa ülkeleri ve Amerika ise parayı basarak hastanelerde tedavi yöntemiyle vatandaşını yaşatmaya çalışır. Bu kapitalist dünyanın geçerli kanunundur:  Zengin yaşar, fakir ölür.

O zaman Türkiye korona virüsüyle mücadelenin neresinde? Erdoğan her ne kadar kendisine Avrupa ülkeleriyle karşılaştırmaya kalksa da, Türkiye’de mücadelenin Avrupa’dakinden kat kat üstün olduğunu söylese, Avrupa ülkelerine yardımlar yollasa da rakamlar onu yalanlamakta ve Türkiye’nin bu mücadelede bir Üçüncü Dünya ülkesi konumunda olduğunu göstermektedir. Bunu Erdoğan da biliyor. Daha üstünüz, daha iyiyiz gibi laf kalabalıkları içinde zengin bir tabaka dışında halkın büyük çoğunluğu için sürü bağışıklığı yöntemi uygulamaktadır Sürü bağışıklığı yöntemi uygulamıyorum diyebilmesi için hemen en az iki haftalığına sokağa çıkma yasağı ilan etmesi ve vatandaşa maaşını ödemesi gerekiyor. Hazinede para yok, ödeyemiyor, ödeyemeyince de kaçınılmaz olarak sürü bağışıklığı yöntemi uygulamak zorunda kalıyor. Sürü bağışıklığı yöntemi uygulamıyorum diyebilmesi için günde en az 100-200 bin test yapması, maskeyi e-devletle değil sokakta, market ve metro girişlerinde dağıtması, vatandaşın cebinde dezenfektan ve temizlik malzemeleri, temel gıda maddeleri alabilecek parası olması gerekir. Bunlar olmadığı sürece o ülke sürü bağışıklığı yöntemi uyguluyor demektir. Ayrıca bizde koronadan ölenlerin sayısını Avrupa’dan az diyebilmek için koronadan ölenler genel bakteriyel enfeksiyondan ölmüş gibi gösteriliyor. Bu ise hem Türkiye’ye hem dünyaya karşı büyük bir saygısızlıktır. 

  Sürü bağışıklığı yönteminin kamuoyunda üstünün örtülmesi için savaşın sürdürülmesi, şoven Türk milliyetçiliğinin kabarması, siyasi muhaliflerin tutuklanmasına devam edilmesi, belediyelerin işlevsiz bırakılması, Süleyman Soylu’nun güçlü olması gerekmektedir. Onun gücünü kırmak için demokratik güçlerin en azından şu minimum hedeflerde birleşmesi ve bunlar için mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir:

  • Savaşa son, hemen ateşkes ilan edilmeli
  • Fikrinden, siyasi görüşünden dolayı kimse tutuklanamaz, içeridekiler de hemen serbest bırakılmalı
  • Belediyelerden kayyımlar kaldırılmalı
  • Şirketlere garanti edilen köprü işletme paralarının ödenmesi ertelenmeli
  • Korona ile mücadelede sürü bağışıklığı yöntemine son verilmelidir.

Ancak bu hedefler için birleşilir ve mücadele edilirse korona virüsü Erdoğan için Allah’ın bir lütfu olmaktan çıkar, onun Erdoğan’la birlikte yok olması sağlanmış olur.

Bir yanıt yazın