Haber / Yorum / Bildiri

Rosa ve Karl’ı anarken

15 Ocak 1919 Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledilişlerinin 101. yıl dönümü. Onların mücadelesi Almanya’daki Kasım Devrimi ve Almanya Komünist Partisi’nin kuruluşuyla sıkı sıkıya bağlıdır ve onların bu mücadelelerinden bugün için de çıkarılacak çok dersler vardır. 1978 senesinde Almanya Sosyalist Birlik Partisi Merkez Komitesi Sekreteri ve Politik Büro Üyesi, Albert Norden’in Yeni Çağ’da çıkan Kasım Devrimi’nin dersleri yazısını sunarak Rosa ve Karl’ı saygıyla anıyoruz:  

Emperyalizm ve militarizme karşı Alman işçi sınıfının ilk devrimi olan Kasım Devrimi halkımızın tarihinde önde gelen olaylar arasındadır ve Marksist-Leninist Partimiz daha var olduğu ilk andan bu yana bu devrimin derslerini ve deneyimlerini göz önünde tutmuştur. Devrim 3 Kasım 1918’de Kayzer’in temel deniz üssü Kiel’deki deniz erleri ile işçilerin silahlı ayaklanmasıyla başladı. Devrim dalgası bir iki günde tüm ülkeyi kapladı. 9 Kasım’da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un yönetimindeki Spartaküs Ligası’nın ve büyük fabrikalardaki atölye işçilerinin çağrısı üzerine yüzbinlerce işçi ve asker Berlin’de genel bir grev ve silahlı ayaklanma başlattı. Rusya’daki Oktobr Devrimi örneğine bakarak her yerde İşçi ve Asker Vekilleri Konseyleri kuruldu, bunlar birçok bölgede gerçek iktidarı ele geçirdiler. Gerici memurlar devlet aygıtından temizlendi, polis ve karşı devrimci askersel birlikler silahtan arındırıldı ve devrimci işçi ve askerlerden oluşturuldu.

Alman işçi sınıfının bu devrimci eylemi bazı büyük başarılarla taçlandı: Savaş sona erdirildi, monarşi kaldırıldı, Kayser hükümeti alaşağı edildi. Almanya cumhuriyet oldu. Devrimci işçilerin onyıllardır uğrunda savaştıkları demokratik ve toplumsal haklar tanındı. Bunlar arasında toplanma, örgütlenme ve basın özgürlüğü, genel oy hakkı, sekiz saatlik işgünü ve toplu sözleşme hakkı vardı. Tarım emekçileri statüsüne ilişkin gerici olağanüstü yasalar yürürlükten kaldırıldı. Tüm bunlar Alman tekelcileri, junkerler ve militaristlerin iktidarına indirilmiş ağır bir darbeydi.

Kasım Devrimi, Büyük Oktobr Devrimi’nin harekete geçirdiği devrimci yığın hareketlerinin zincirleme tepkisinde önemli bir öğeydi. ASBP Genel Sekreteri ve DAC Devlet Konseyi Başkanı Erich Honecker’in belirttiği gibi, ‘’1918 Kasım Devrimi, yalnızca zaman olarak değil anlam olarak da yeni bir çağ açmış olan Oktobr’ın birinci yıldönümüyle bağlıdır.’’ Kasım Devrimi dünyadaki yeni çağın –kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının- bir parçasıdır. Daha sonraki olaylar, Oktobr Devrimi’nin ve dünyanın ilk işçi-köylü devletinin emekçilerin emperyalizme karşı savaşımı üzerindeki derin etkisini daha bir açıklıkla ortaya serdi. Rusya’da sosyalist devrimin utkusu, Sovyetler Ülkesi’nin iç ve dış karşı devrim saldırılarını geri püskürtmesi Almanya’da devrime güçlü bir etki sağladı. ‘’Gericilikle Ruslar’ın dilinden konuşun!’’ sözü, 1918 Kasım’ından başlayarak devrimci Alman işçi ve askerlerinin özdeyişi oldu.

Kasım Devrimi genç Sovyet Devletinin durumunu hafifletti ve Sovyet hükümetinin, Alman emperyalizminin dayatmış olduğu aşağılayıcı Brest Barış anlaşmasını feshetmesine olanak sağladı. Sovyet hükümeti, Lenin’in girişimiyle Alman işçilerine tahıl gönderme biçiminde kardeşçe yardımda bulunmayı önerdi. Ne ki, sosyal demokratların başkanlığındaki hükümet bu yardımı reddetti. Sovyet hükümeti Alman hükümetine, diplomatik ilişkilere can verme ve iki ülke arasında sıkı bir bağlaşıklık kurma önerisi de dahil, birçok barış önerisinde bulundu. Ama bu öneriler de kulak ardı edildi ve Sovyet hükümetinin tutumuna saldırılar, kara çalmalar yağdırdı.

Galip emperyalist güçlerin –ABD, Britanya ve Fransa- egemen sınıfları Almanya’da sosyalist bir devrimin utkuya ulaşmasının ve bu devrimin Sovyet Rusya ile bir bağlaşıklığa girmesinin kendileri için ne denli tehlikeli olacağını derhal kavradılar. Almanya gibi sanayi bakımından gelişmiş bir ülkede işçi ve köylülerin iktidara gelmesine izin veremezlerdi. Sosyalizmin Orta Avrupa’da utkuya ulaşmasının Batı, Güney ve Güney doğu Avrupa’nın öteki kapitalist ülkelerindeki devrimci hareketi körükleyeceğinden de korkuyorlardı. Antant ülkelerinin egemen çevreleri, sınıfsal egemenliklerini koruyup sürdürmek için eski düşmanları Alman emperyalizmini, devrimci işçi ve askerlere karşı savaşında desteklemeye bile hazırdılar. Bu niyetleri, Lahey’deki ABD elçiliğine gönderilen (ve 1918 Kasım’ında Alman elçiliği tarafından telgrafla Berlin’e iletilen) yönergelerde ortaya çıkıyordu: ‘’Antant ancak Elbert Hükümeti’nin şimdiki biçimiyle varlığını sürdürmesi koşuluyla, yiyecek temini, silah bırakışması ve barış görüşmeleri konusunda ödün vaat edileceği noktasında hemfikirdi…Şayet Elbert hükümetinin yerine Bolşevikler geçerse, vaad edilen tüm ödünler geçersiz sayılacaktır. Bu, Antant’ın silah bırakışmasını reddetmesi ve istilaya başlaması sonucunu doğuracaktır.’’

Antant (Elbert hükümetinin Kasım başında ülkeyi terk etmesini emrettiği) Sovyet elçisinin Almanya’ya geri dönmesi halinde bile bu tehditleri sürdürmek için yeterli neden bulacaktı. Başka bir deyişle, Müttefikler açıktan açığa askersel istila tehdidini savuruyorlardı. Bu sırada Almanya’nın sosyal demokrat hükümeti ABD Başkanı’na yiyecek yardımı ve bununla birlikte Almanya’daki var olan düzenin korunması, yani devrimin bastırılması yolunda güvence isteyen bir dilekçe yolladı. Ve emperyalizm Alman devriminin olaylarına son derece kabaca müdahalesini sürdürdü.

Öte yandan sağcı sosyal demokrasi liderlerinin desteğini alan Alman tekelcileri ve junkerlerinin taktikleri, Almanya’da ‘’Bolşevik’’ ya da ‘’Spartaküs’’ tehlikesiyle korkuttukları galip güçlerden alabildiğince fazla ödün koparma yönündeydi. Egemen sınıfların etkili temsilcileri devrimci işçi ve askerlerin olası bir utkusundan öylesine korkuyorlardı ki, Batı’nın askersel müdahalesini kabullenmeye bile hazırdılar. Örneğin aşağılayıcı Brest anlaşmasını genç Sovyet devletine dayatan Orgeneral Max Hoffman 26 Aralık 1918’de günlüğüne şunları yazmış: ‘’Şu anda Spartaküs hareketini tehlike saymıyorum. Eğer, herşeye karşın, bu adamlar Berlin’de üstünlüğü ele geçirecek olurlarsa, Antant Berlin’i işgal edecektir. İtiraf ederim ki, bu pek çekici bir açılım değil, ama hiç değilse güvenlikli.’’ Bu sözler, ‘’yurtseverlik’’ savlarıyla, aslında ağır basan kendi mülk ve kârlarını koruma arzularını gizlemeye çalışan egemen sınıfların yönetici kadrolarının art niyetliliği ve ikiyüzlülüğüne tanıklık etmektedir.

Alman devrimci işçi ve askerlerinin kahramanca savaşmalarına karşın, emperyalist burjuvazi egemenliğini elde tutmayı başardı. Ve bunun nedeni, Sosyal Demokrat Partisi’nin (ASDP) ve sendikaların sağcı liderlerinin savaş yıllarında başladıkları ihanet politikasına devrim sırasında da izlemeyi sürdürmeleridir. 1918 Ekim’inde ASDP ve sendika liderleri Kayzer hükümetine girerek, monarşinin ve emperyalist devletin yığınların saldırısından korunmasına yardımcı oldular.

Halk ayaklanmasının önünün alınmayacağı açığa çıkınca, sağcı sosyal demokrasi liderleri devrimin dizginlerini ellerine geçirmek ve onu emperyalist sistem için tehlike oluşturmayacak ‘’daha sakin’’ bir kanala yöneltmek için ellerinden ne gelirse yaptılar. ASDP ve ABSDP (Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’’) liderleri ‘’sosyalist’’ olduğunu ilan ettikleri ve yığınları şaşırtmak amacıyla, ‘’Halk Temsilcileri Konseyi’’ diye tanıttıkları bir hükümet kurdular. Bu hükümet bir sosyalist program uygulayacağına söz verdi, ama daha ilk adımları bunun burjuva ve karşı devrimci niteliğini ortaya serdi. 10 Kasım akşamı Halk Temsilcileri Konseyi başkanı Friedrich Ebert ile Kayzer’in Feld Mareşalı von Hindenburg adına hareket eden General Wilhelm Groener, devrime karşı alınacak önlemler üzerinde anlaşmaya vardılar. Daha sonra 1925’de Groener bu konuda şunları söyledi: ‘’Bağlaşıklığımızın amacı…devrimin tümüyle bozguna uğratılması, kurulu hükümet düzeninin onarılması, bu hükümet iktidarının askerleri güçle sağlamlaştırılması ve derhal bir Ulusal Meclis toplanmasıydı.’’ Militaristler bu bağlaşıklık sayesinde devrime karşı saldırılarında sağcı sosyal demokrat liderlerinin desteğini kazandılar.

15 Kasım’da işveren kuruluşlarının temsilcileri, sendikalardaki yöneticilerle bir Merkezi İşbirliği Komisyonu kurmada işbirliği yapmayı kararlaştırdılar; böylelikle sağcı sendika liderleriyle finans kapital arasındaki pazarlık sağlama bağlanmış oldu. Tekelciler bu anlaşmayı kendi hesaplarına bir utku olarak kutladılar, bu da nedensiz değildi. Elektrik sanayiinin büyük şeflerinden Hans von Raumer sonraları şöyle yazdı: ‘’Bütün otoriteler –monarşi, devlet, ordu ve bürokrasi- çökünce işverenlerle sendikaları bir araya getirerek, iş yaşamını ve sanayiyi düzen içinde tutan bir güç yarattı.’’ Spartaküs Ligası’nın merkez organı ‘’Die Rote Fahne’’ gazetesi bu anlaşmayı elle tutulur bir biçimde ‘’kapitalistlerin kapitalist sisteme yönelik saldırılar karşısında kendilerini güvenliğe almak için ödemek istedikleri bir sigorta primi’’ olarak tanımladı.

Tüm devrim süresi boyunca ASDP ve sendikaların sağcı liderleri tekelcilerin ve militaristlerin sadık savunucusu olarak kaldılar. Demagoji ve anti-komünist koğuşturmalar yoluyla, devrimin başlangıcında ortaya çıkan işçi sınıfının birliğini bozmayı başardılar. İktidar sorunu ve sosyalizme ulaşma yolları konusunda geniş yığınların zihinlerinin karışık olmasından kurnazca yararlandılar ve bu zihin karışıklığını daha da körüklediler.

İşçilerin birçoğu parlamenter demokratik devletin sınıfsal, burjuva niteliğinden habersizdi. Burjuva partileriyle birlikte sağcı sosyal demokrat liderler de işçi sınıfını bir cumhuriyet ilanının devrimin amacına ulaştığı anlamına geleceği fikrine inandırmaya çalıştılar. Ne ki, bunlar uygulamada devlet aygıtının temizlenmesini, silah tekelleri ve büyük bankaların ekonomik gücünün sınırlandırılmasını önlediler ve silahlı karşı devrim hazırlıklarını yüreklendirdiler. Konseylerin Birinci Tüm Almanya Kongresi’nde, Ocak 1919’da burjuva Ulusal Meclisi için seçim yapılması bir karar aldırdılar. Devrimi savunmayı ve sürdürmeyi amaçlayan işçi sınıfı eylemlerini denetim altına alma, sindirme ve bastırmayla giderek daha başarılı oluyorlardı. Sağcı sosyal demokrat Gustav Noske Ocak 1919’da karakteristik bir anlatımla, bir ‘’av köpeği’’(kendi taktığı ad) rolünü oynamaya ve karşı devrimci birliklerin yardımıyla militan Berlin işçilerini ezmeye hazır olduğunu belirtti.

Ocak 1919’da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg katledildi. Mart’ta bu yazgının aynısı Almanya Komünist Partisi’nin liderliğini devralan Leo Jogiches’in başına geldi. Aynı zamanda binlerce işçi karşı devrimci terörün yarattığı kan banyosunda yok edildi. 1919 baharında ana sanayi merkezlerindeki işçiler büyük grevler örgütledikleri ve kimi yerlerde büyük mülkiyetin gerçekten ulusallaştırılması için, İşçi Vekilleri Konseyleri ve Üretim Konseyleri hakları için silahlı savaşım verdikleri zaman ve Konseyler Bremen ve Münih’de cumhuriyet ilan ettikleri zaman, sağcı sosyal demokrat liderler büyük sermaye militaristlerle bağlaşıklık içinde proletaryaya karşı yeniden kanlı misillemelere giriştiler.

Alman Devrimi’nden çıkarılacak dersler

Burjuva Weimar Cumhuriyeti -ki bu tam onbeş yıllık tarihin verdiği derstir- ancak bir anti-tekel demokrasi olarak başarıya ulaşabilirdi; başka herhangi bir yol onu kaçınılmaz olarak yıkıma götürürdü. Alman Cumhuriyeti’nin geri çekilmekten kaçınmak için, devlet aygıtındaki bütün gerici memurlardan kurtulması, ulusal kaynakları, junker topraklarını, kimya ve enerji ağır sanayilerini ve bankaları halkın eline vermesi, böylece gerici güçleri ekonomik iktidar kaldıraçlarından yoksun bırakması gerekiyordu. Alman Cumhuriyeti’nin yıkımdan kaçınması için Prusya militarizmini, savaş kışkırtıcılarını ve sosyalizmin bütün amansız düşmanlarını tasfiye etmesi gerekiyordu.

Başka bir deyişle, cumhuriyet ancak gericilikle savaşarak ayakta kalabilirdi ve bunun için de ender rastlanır bir tarihsel fırsata sahipti. Ama parlamenter burjuva cumhuriyeti bu fırsatı değerlendirmeyi reddetti. Sağcı sosyal demokrat liderler, egemen sınıflarla özü bakımından anti-komünist bir bağlaşmaya girişerek ve devrimin bastırılmasına etkin bir biçimde katılarak ağır bir tarihsel sorumluluğu üstlendiler. Bunların politikası yalnızca Alman halkı için değil, Avrupa’nın öteki halkları için de yıkım getirici sonuçlar doğurdu. Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin Tarihi’nde şöyle deniyor: ‘’Sosyal demokrasinin sağcı liderlerinin oportünist politika ve ideolojisi, Alman işçi sınıfının 1918-1919 Kasım Devrimi’nde devrimin baş sorununu, iktidar sorununu kendi lehine çözemeyişinin ana nedenidir. Kasım devrimini bir sosyalist devrime dönüştürme yönündeki bütün çabalar sonuçsuz kaldı. Devrimin niteliği bir burjuva-demokratik devrimi düzeyinde kaldı.’’ Devlet yönetimi biçiminin değişmesine karşın iktidar ilişkisinde hiçbir temelli değişme olmadı. Burjuva Weimar Cumhuriyeti’nde hüküm süren koşullarda finans kapital, junkerler ve etkisini yitirmemiş olan ordu, sosyal demokrat koalisyon politikası kılıfının altında yavaş yavaş güç toplayarak Almanya’da Nazi diktatörlüğünü kurdu ve İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı.

Kasım Devrimi’nde devrimci işçi hareketi reformist politika ve ideolojilerin hakkından gelmeye yetecek denli güçlü değildi. Spartaküs Ligası’nın devletin temel sorununa ilişkin konumunun berraklığı, Liga liderlerinin yorulmaksızın sürdürdükleri devrimci ajitasyon ve bu azimli, amaçlı azınlığın kıyas kabul etmez kahramanlığı, bir devrimci yığın partisinin yokluğunun yerini tutamazdı. Ernst Thälman bu konuda şunları söyledi: ‘’Alman Devrimi’nin trajedisi, bir yanda nesnel bakımdan olgunlaşmış devrimci koşulların varolması ile, öte yandan hedefi açıkça belirlenmiş Bolşevik partisinin yokluğundan gelen Alman proletaryasının öznel güçsüzlüğü arasındaki çelişkide yatar.’’

Bu, 1918 Kasım günlerinde burjuvazi ve toprak sahipleri fiilen iktidarın ellerinden kaçmasına karşı bir şey yapmamışlardı. Halkın eylemleri Kayzer’in gerici generallerini yerlerinden söküp atmıştı, bunların lideri Genel Kurmay Başkanı Ludentorff ise kendini İsveç’e atmıştı. Prensler sinip kalmışlardı, büyük toprak sahibi junkerler ve ağır sanayi şefleri ise evlerinden çıkmaya korkuyorlardı.

Öte yandan yığınlar her yerde yığınsal gösteriler, grevler düzenliyor, silahlı savaşa girişiyorlardı. Ne var ki, savaşımı sosyalizm yönündeki gerçek ısrarın başarısına götürebilecek bir Marksist örgüt henüz ortaya çıkmamıştı. Oysa daha 1889 Aralık’ında Engels şöyle yazıyordu: ‘’Belirleyici günde kazanacak denli güçlü olmak için proletarya- ki Marks ve ben bunu 1847’den beri söylüyoruz- bütün ötekilerden farklı ve onlara karşıt ayrı bir parti, bilinçli bir sınıf partisi oluşturmak zorundadır.’’ Ve Rusya’daki Büyük Oktobr Devrimi, proletarya devriminin ancak bilimsel dünya görüşüne şaşmazca bağlı bir Marksist-Leninist partisinin ustaca önderliği var olursa utkuya ulaşabileceğini inandırıcı bir biçimde göstermiştir.

O günlerde Almanya’da böyle bir parti yoktu. Almanya Komünist Partisi daha sonraları var oldu, ama devrimci savaşların doruğunda, yığınsal bir merkezi vurucu güce gerek duyulduğu sırada yoktu. Haftalarca yüzbinlerce insan Berlin de dahil, kentlerin caddelerine aktı, ama onlara doğru yolu gösterebilecek ve savaşımlarında yönlendirebilecek bir politik örgütten yoksundular.

İktidar sömürücü sınıfların ellerinden kaçtı, ama halk tarafından da ele geçirilemedi. Yokluk ve açlık içinde yaşayan işçilerin çoğunluğu, sağ ve merkezi sosyal demokratların yığınların zihinlerini bulandırmak ve onları belirleyici devrimci eylemden alıkoymak için kullandıkları direnmeme belgileriyle aldatıldı. Hükümetim muazzam posterleri, ‘’Sosyalizm ilerliyor!’’ belgilerini haykırıyordu. Oysa perde arkasında, yakında sosyalizme karşı çıkarak devrimci işçilerden kanlı bir öç alma hareketine girişecek olan sınıfından kopmuş unsurları örgütlüyordu. Demek ki, Kasım Devrimi’nin deneyimi, yığınlar arasında sağlam kökler salabilecek ve onlara önderlik edebilecek yeni tip bir proletarya partisi, Lenin’in yarattığı tipte bir parti olmaksızın, iktidar sorununu işçi sınıfı ve bağlaşıklarının lehine çözmenin olanaksız olduğunu ve hele sosyalizm yoluna girmenin daha da olanaksız olduğunu apaçık göstermiştir. Böyle bir partinin yaratılması, işçi sınıfı hareketinin tarihsel özgörevini yerine getirme savaşımının can alıcı sorunu, toplumsal ilerleme savaşında bir kaldıraç noktasıdır.

Bir yanıt yazın