Bir Komünist Dersim’e Belediye Başkanı mı Oldu?
Maçoğlu’nun Belediye Başkanlığı kendisi için de bir trajedidir!
Savaş YENER
Dersim dört dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Dersimi Hak saklasın
Bir gülüm/yarim var içinde
diye türkülerin yazıldığı ve söylendiği, halkının ölümü göze alıp zulme ve baskıya boyun eğmediği, Kürt ve alevi direnişinin, özgürlüğünün bir sembolüdür Dersim!
Bir komünistin komünist olarak seçimlere girmesini, bir muhtar veya bir belediye başkanı, veya bir milletvekili seçilmesini kim istemez? Hele hele bu komünistin seçildiği şehir Dersim gibi Kürt ve Alevi direnişinin sembolü olmuş, dört dağ içinde saklı Osmanlı‘nın bir türlü giremediği, Cumhuriyet‘in ise zorla, ancak bir „soykırım“ uygulayarak girebildiği, acılarının bugün bile hâlâ yüreğimizi dağladığı bir şehir ise, kim bu başarıyı göklere çıkarmaz ki? Eşitlikten, özgürlükten, barış ve demokrasiden, sosyalizmden yana olan her ilerici ve devrimci, her işçi ve emekçi bunu candan ister ve seçilmiş bir temsilcisini coşkuyla selamlar.
Kim istemez? Kim istemez bir komünistin belediye başkanı olmasını? Kemalisti, dincisi, ulusalcısı, faşisti, gericisi, milliyetçisi, her soydan ve boydan burjuvazi istemez.
Dersim’de bir komünistin belediye başkanı seçilmesi demek burjuvazinin bağrına bir bıçağın saplanması demektir. Kemalist burjuvazinin 1937/38 kıyımından hesap sormak demektir. Dersim’in dağlarında özgürlük ateşinin yanması demektir. Kürt Özgürlük hareketinin başarıya doğru koşması, Türkiye’ye demokrasi güneşinin ufukta görülmesi demektir. Bir komünistin Dersim’de belediye başkanı seçilmesi sıradan bir olay değildir, bu Kürt, Türk ve diğer Türkiye halklarının ortak bir başkaldırısı demektir.
Ama nedense tam tersine bir durum var. Dersim’e bir komünistin belediye başkanı seçilmesine en çok sevinen devrimci ve demokratlar değil, her boydan ve soydan burjuvazi oldu. Havuz medyasından ulusalcı-“halkçı” medyaya, polis ve özel timinden askerine, valisinden bakanına, Ahmet Hakan’dan Fatih Portakal’a kadar tüm gerici, milliyetçi, dinci, faşist güçler bayram ettiler, „Komünist Başkan“ diye Maçoğlu’na methiyeler düzdüler. İlerici, devrimci, barışçı ve demokratik güçler, hele sosyalistler ve komünistler ise Maçoğlu’nun Dersim’de Belediye Başkanı seçilmesine bir türlü sevinemediler. Hatta aday olmasını acı acı eleştirenler, „hata yapıyorsun“ diyenler, hatta „sınıf ve demokrasi mücadelesine ihanet ediyorsun“ diye söylenenler bile oldu.
Ortada paradoksal bir durum var. Bir komünistin belediye başkanı seçilmesine burjuvazi seviniyor, devrimciler ise sevinemiyordu. Bunun sebebi nedir? Bu nasıl açıklanabilir? İstanbul’da Ekrem İmamoğlu gibi CHP’li, dini bütün, ılımlı demokrat, bir Türk işadamı burjuvanın belediye başkanı seçilmesine tahammül edemeyen egemen çevreler, başta Erdoğan ve Bahçeli, Anadolu’nun ortasında, Kürdistan’ın göbeğinde devlete karşı dün de bugün de isyanları ile meşhur Dersim’e bir Kürd‘ün, hem de „komünistim“ diyen bir Kürdün belediye başkanı olmasına nasıl tahammül edebilirler? Bir çarpıklık yok mu bu işte? 1979 senesinde bir komünist sempatizanı, Dev-Genç’li, Çayancı, sosyalist olan Terzi Fikri’nin Fatsa’da belediye başkanı olmasını hazmedemeyen devlet, bir tabur askerle Terzi Fikri’nin üstüne yürüyüp Fatsa’yı anarşistlerden, komünistlerden kurtardığını ilan ederken, Kürdistan direnişinin merkezinde, Kürt ve Türk devrimcilerinin direnişiyle gurur duydukları Dersim’de bir komünisti belediye başkanı seçilmesini bu ceberut devlet nasıl kutlayabilir? Bunda bir sorun olması gerekmez mi? Nedir bu sorun?
Mustafa Kemal: “Ya O, ya ben!” demişti
Dün de bugün de, tarihte burjuvazinin bir komünistin belediye başkanlığına, bakanlığına, milletvekilliğine, hatta muhtarlığa seçilmesine hiçbir zaman tahammül ettiği görülmemiştir. Hele Komünist partilerinin varlığına, onların başarı kazanmasına asla tahammül edememiştir. Komünist partilerini ya kapatmıştır, ya tüm çalışmalarını yasaklayarak marjinal bir konuma getirmek için elinden geleni arkasına bırakmamıştır. Bunları başaramadığı yerlerde de ya kendisi bir resmi komünist partisi kurmuş veya kendi kontrolünde troçkistlere, maoculara, ajanlarına komünist partileri kurdurmuştur. Bizim tarihimizde bunun örnekleri çoktur. Hatta ilk örnek Eylül 1920’de birinci Mecliste yaşanmış ve Atatürk’ün resti ile karşılaşılmıştır:
4 Eylül 1920’de Mecliste içişleri bakanlığı için seçim yapılır. İki aday vardır. Biri Mustafa Kemal’in adayı Refet Bele’dir. İkinci aday da o zaman içinde komünistlerin de olduğu Halk Zümresi‘nin adayı Tokat Mebusu komünist Nazım Bey‘dir. Nazım Bey 89 oya karşı 98 oyla İçişleri Bakanı seçilir. Mustafa Kemal bir komünistin bakan seçilmesine tahammül edemez. Meclisin kararını hiçe sayar. “Ya o, ya ben” diyerek, Nazım Bey‘i istifaya zorlar. Baskılar sonunda Nazım Bey istifa etmek zorunda kalır. Mustafa Suphilerin Anadolu’ya gelmesine tahammül edemeyen Mustafa Kemal, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşımızı Karadeniz’de katlettirdi. Kaç kez komünist partisini yasaklattı. Anadolu’da kabaran komünist hareketi kendi kontrolüne alabilmek için sahte bir komünist partisi, Resmi TKP’yi kurdurttu. Yaşamı boyunca komünistlerle mücadele etti
Onun “çocukları” bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Türkiye’de Suphi ve Bilenleri partisi TKP hâlâ yasak. Hatta Nabi Yağcıların legalleşiyoruz diye çatıştırdıkları TBKP’i de, Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’nin açık hükmüne rağmen yasakladı. „Türkiye’de komünistlere legal yaşam hakkı yok“ dedi. Ama yarı Troçkist, yarı kemalist, TİP’ten ve TKP’den kovulmuş dönek ve hainlerin oluşturdukları ve kendisine TKP diyen bir partiye ise müsaade ettiler, ona yasallık kazandırdılar. Nasıl Mustafa Kemal 1920’de TKP’yi kapatıp ilk üyesinin kendisinin olduğu resmi bir TKP kurdurduysa, şimdi de devlet gerçek TKP üzerindeki yasağı sürdürürken, Aydemir Güler, Kemal Okuyan, Mertin Çulhaoğlu, Erkan Baş gibilerine kendi kontrolünde, icazetli bir komünist partisi kurdurttu ve isminin de TKP olmasına izin verdi. Böylece devlet bir taşla iki kuş vuruyordu: Bir yandan uluslararası alanda, „bakın bizde de komünist partisi var“ deyip kendine demokrat süsü verebiliyordu. Diğer yandan da Türkiye kamuoyunda 100 yıllık komünist geleneğini, onun enternasyonalist devrimci, Marksist-Leninist içeriğini, burjuva devletine karşı sınıfsal, ulusal, demokrat, sosyalist-komünist tutumunu çarpıtabilmek, yeni kuşaklara, „işte komünist böyle olunur“ dercesine, özellikle gençleri bu milliyetçi, kemalist, ulusalcı, devletçi, ama kendisine komünist partisi diyen bu TKP’ye yönlendirmeyi amaçlıyordu. Böylece genç kuşakların Marksist hayranlığı, devrimci, anti-emperyalist ruhları söndürülmek, onları işçi ve emekçilerin, Kürt halkının sosyal ve ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelesinden uzaklaştırılmak istiyordu. Geçmişi, geleneği partimiz TKP ile hiçbir ilişkisi olmayan, hatta sürekli partimize ve Sovyetler‘e karşı çıkan, daha çok Troçkist eğilimli Sosyalist İktidar Partisi SİP’ten gelenlerden oluşan bu komünist partisi, bu TKP milliyetçidir, kemalisttir, Türk ve Kürt Türkiye halklarının ve işçi ve emekçi sınıflarının yanında değil, burjuva devletinin, özellikle Erdoğan devletinin yanında yer alan bir partidir. Bu partinin, Suphi-Bilen geleneğini savunan bizim partimiz TKP ile hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktur. Mustafa Kemal zamanında olduğu gibi iki komünist partisi TKP vardır. Biri devletten icazetli SİP-TKP, diğeri 100 yıllık komünist geleneğe sahip çıkan, işçi sınıfımızın ve emekçi halkımızın mücadelesiyle bağlı, Suphi-Bilen geleneğini, enternasyonalizmi yüksek tutan partimiz TKP’dir. İki TKP’nin birbirine karıştırılmaması için biz kendi TKP’mize 1920 ilave ettik ve kendimize TKP-1920 dedik. Böylece 1920 Suphilerin kurduğu ve Bilenlerin-Nazımların yaşattığı partinin TKP-1920 olduğunu vurgulamak istedik, Onun için Türkiye’de herkes iki TKP olduğunu bilmeli ve ona göre karar vermelidir.
Maçoğlu 2014 yılında Dersim-Ovacık ilçe belediye başkanlığı için TKP’den adaylığını koyarken hangi TKP’den adaylığını koyduğunu çok iyi biliyordu, bu SİP-TKP idi. Maçoğlu, Suphi-Bilen geleneğinden değil, Maocu gelenekten gelen biriydi. Kendisine komünist, Marksist-Leninist diyen Maocu partisi de yasaktı. Aday olabilmek için bir komünist partisi olarak SİP-TKP’yi seçtiğini beyan etti. O adaylığını koyduğu SİP-TKP’nin devletin TKP’si olduğunu çok iyi biliyordu. Bu onun bilinçli bir tercihi idi. Maçoğlu’nun hiçbir zaman Suphi ve Bilen’in TKP’si ile bir ilgi ve ilişkisi olmamıştır. Bu koşullarda ‘namuslu’ bir devrimci kendisine komünist demez. Ama Havuz medyasından ulusalcı medyaya, yaralı-bereli demokratlara varıncaya kadar burjuvazi onu „Komünist Belediye Başkanı“ olarak lanse etti ve yaptıklarını överek göklere çıkardı. „İşte örnek bir belediye başkanı, hem de komünist“, dedi. „Her belediye başkanı keşke onun gibi olabilse“ dediler. İnsan zannediyordu ki, nerdeyse devlet komünizmin propagandasını yapıyor. Ama o bunu yaparken halkın bilincini karıştırıyor, çarpıtıyor, kamuoyunu şaşırtıyordu. Öyleyse terslik neredeydi, gerçek ne idi?
Eksik olan „Komünist Politika“dır
Şüphesiz Maçoğlu Ovacık’a çok şeyler yaptı, güzel şeyler, örnek işler de yaptı. Herkesin beğenisini kazandı. Üretim yaptı, gelirini burs olarak öğrencilere dağıttı, belediye taşımacılığını bedava yaptı, belediyenin gelir-giderlerini şeffaflaştırdı, halkın denetimine açtı v.d. Bunlar övülecek ve övünülecek işlerdir. Hepsi birer devrimdir, bırakalım komünisti, kendisine solcuyum, demokratım, devrimciyim diyen her başkanın yapması gereken en temel icraatlardır. Ama bunlar tek başına komünist icraat değildir, komünist politika değildir. Bunlar rahatlıkla burjuva düzeni çerçevesinde yapılabilecek, hele hele bir solcu ve komünist başkanın yapması gereken ilk işlerdir. Komünist politika, komünist işler bundan sonra başlar. O zaman nedir o komünist işler ve politika?
Her komünist, eğer özellikle toplumsal bir konumda bulunuyorsa önce işlevi işçi sınıfına ve halkına hizmettir. Ama o hizmetçi değildir, öncüdür. Tüm sorunlara halkla birlikte, onların katkısıyla çözüm arar ve halkın kendi sorun ve davasına kendisinin sahip çıkmasını sağlar ve hep birlikte çözülmesine katkıda bulunur. Bunları yaparken günlük sorunlara bağlanıp kalmaz. Ülkenin halkın genel sorunlarına da yönelir. „Ülkenin en yakıcı sorunlarına, halklarımızın demokrasi mücadelesine, faşizan tek adam rejimine karşı koyuşuna, Kürt halkının özgürlük mücadelesine, Kürt ve Türk halkları, işçi ve emekçileri, köylüleri arasında barış ve dostluğun, dayanışmanın gelişmesine nasıl katkı yapabilirim?“ diye düşünmesi, halkın bu sorunlarını da gündemine alması gerekir. Dersim’in temel sorunlarını: 1937/38 Katliamı‘nı, 1935 Tunceli Kanunu‘nu, Dersim’in kendisine „Dersim“ diyememesini, Tunceli (Dersim)’de yapılan asimilasyonu, parantez içine alınan yer isimlerini gündemden düşürmemesi gerekirdi. Ama bu sorunlar devletin temel politikası ve Cumhuriyet‘in kuruluş felsefesidir. Dersim bu devlet politikasının düğüm noktasıdır. Yerel politikayla genel politika arasında diyalektik bağları kurmak, çalışmaları ekonomik, politik, ideolojik sorunları kapsayacak şekilde bir bütün olarak ele almak ve yürütmek ve devletin temel politikasına ve felsefesine karşı alternatif üretmek, işte komünist politika budur. Dersim için sayılan bu genel sorunlar zaten Ovacık gibi bir Dersim ilçesinin belediye başkanı olarak Maçoğlu’nun her gün karşılaştığı ve müdahale etmesi gereken sorunlardı. Ama sen bunları başını ağrıtmamak için gündeme almazsan ve ne kadar „şeffaf belediyecilik yapıyorum“ diye övünürsen başta havuz ve ulusalcı medya seni göklere çıkarır. Eğer sen Ovacık’ın dibinde Munzur Çayı tepelerinde gerilla ile asker çatışırken, birbirini vururken, sen bundan bahsetmeyip, İstanbul’da mağaza açıp Ovacık’ın organik mallarını, nohutunu, fasulye ve balını satarsan burjuva medyası „Komünist Belediye Başkanı“ diye seni göklere çıkarır. Eğer devlet, deli akan Munzur Çayı‘nda rafting yaptırmak için getirdiği uluslararası turistlere, bu nehirde 1937/38’de yapılan katliamın cesetlerinin yüzdüğünü anlatmazsan, onun yerine belediye otobüslerinin bedava olduğunu anlatırsan, burjuva basını seni „Biricik Komünist Belediye Başkanı“ diye göklere çıkarır. Eğer sen, Erdoğan 3. Köprüye 100 binlerce Kürt ve Türkmen Alevisi‘ni kesen padişah Yavuz Sultan Selim ismini verirken Ovacık’ta bir protesto örgütlemezsen, onun yerine belediyenin bilançosunu duvara asıp, halkı eylersen, Erdoğan sana „devlet nişanı“ bile takar. Yanlış anlaşılmasın. Tekrar edelim: Otobüslerin bedava olması, İstanbul’da mağaza açılması, bilançonun duvara asılması harikulâde işlerdir. Ama bırakalım bir komünist belediye başkanını, bunlar bir sol, demokrat devrimci, hatta sosyal demokrat bir belediye başkanından bile beklenen icraatlardır. Büyük bir ihtimâlle seçilirse İmamoğlu’da İstanbul’da bunlara benzer işler yapacaktır. Bir de Erdoğan’ın İstanbul’daki saltanatına çomak sokmaya çalışacaktır. Erdoğan’ın yolsuzluklarını ve suistimallerini ortaya döktükçe tek adam rejiminin ömrünün kısalmasına vesile olacaktır. İmamoğlu bunu ne kadar ardıcıl ve cesur yaparsa o kadar büyüyecek ve demokrasiye, faşizmin geriletilmesine o kadar katkısı olacaktır. Ama bir devrimci ve komünist belediye başkanından beklenen bunların fazlasıdır. Halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasını sağlaması ve kendi sorunlarını kendisinin çözmesine yol gösterici olmasıdır. Türkiye’nin bir aynası olan İstanbul’da yerel ve genel Türkiye sorunlarının harmanlamasıdır. Sırf ekonomik değil, barış ve demokrasi, özerklik ve halkların ortak yaşamı konularında da irade beyan etmesi gerekir. Bir ardıcıl devrimci olan Terzi Fikri’nin 1979’da yaptığı bu idi. O var olan belediye meclisi yanında halkın komünler oluşturmasını, şuralar kurmasını sağladı. Böylece tabanda halkın kendi sorunlarını tartıştığı ve çözdüğü bir erk oluştu. Bu şuralar demokrasisi burjuva demokrasisine alternatifti. İşte bu alternatifi boğmak için devlet küçücük Fatsa’ya bir tabur askerle girdi. Komünist politika demek devletin, egemen güçlerin politikasına karşı bir politika geliştirmek ve bunu ustaca halkla birlikte uygulayabilmek demektir. Bugün devletin, islamcı ve ulusalcısıyla egemen güçlerin politikası, Kürtleri ve Alevileri inkâr ve asimile etmektir, Ermeni soykırımını, Dersim katliamını unutturmaktır, buna karşı çıkan başta PKK, HDP olmak üzere tüm demokratik güçleri ezmektir, Batı‘da Türk halkını, işçi sınıfı ve emekçileri milliyetçilikle, Kürt ve PKK düşmanlığı ile teslim almaktır, Türkiye toplumuna Arabistan Sunniliği olan „Vahabilik“i giydirmektir, Ortadoğu’da topraklar elde etmektir. Kim nerede, hangi görevde olursa olsun, büyük küçük tüm çalışmalarında devletin bu politikasına karşı kendi çapında halkla, işçi ve emekçilerle beraber alternatifler geliştirmek ve bunları hayata geçirmek zorundadır. Hangi nedenle olursa olsun bunu yapmayanlar oportunistlik, burjuva devletiyle uzlaşmacılık ve yalakalık yapmış olurlar. Maalesef Maçoğlu böyle bir konuma düştü.
„Tunceli Tunceli’dir Dersim değildir“ anlayışı soykırımcıdır
31 Mart yerel seçimlerine giderken devletin, Erdoğan’ın politikası Türkiye’de Kürdistan ismini silmek, Kürt illerinde HDP’yi geriletmek ve Batıda başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde belediye başkanlıklarını almaktı. HDP ve demokratik güçlerin politikası ise Kürdistan’da kayyımları silip süpürmek ve Batı‘da Cumhur İttifakı‘nı mağlubiyete uğratmaktı. Doğu‘da Kürdistan’da kayyımdan alınması gereken bir il de Dersim idi. Dersim Kürtler için stratejik önemdeydi. Şanlı isyankâr geçmişiyle Dersim’de devletin, kayyımın yenilip, belediyenin eski sahibi HDP’ye geçmesi gerekiyordu. Devlet için ise Dersim yeniden HDP’ye geçmemeliydi. Onun için „belediyeyi HDP almasın da kim alırsa alsın“ idi. Ceberut burjuva devletiyle emekçi Dersim halkı arasında sınıf mücadelesi böylesine keskindi. HDP’ye geçmeyen bir Dersim devlette kalmış olacaktı. İşte böylesine kritik bir dönemde Maçoğlu çıktı, SİP-TKP’den Dersim adayı olduğunu açıkladı ve Ovacık’ta yaptıklarını Dersim’de devam ettireceğini belirtti. Devlet, burjuva medyası dört elle Maçoğlu’na sarıldılar. Maçoğlu televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında boy göstermeye başladı. „Çok başarılı bir belediye başkanı şimdi Dersim’e aday oluyor“ diye günlerce propagandasını yaptılar. Maçoğlu devletin gemisine binmişti, durumundan çok memnun gözüküyordu. HDP’nin önerilerini elinin tersiyle itti. Burjuva devletini Desim’de yenme, ulusal, sınıfsal, demokratik mücadeleye bir katkı yapma yerine, devletin, Erdoğan’ın konumunu güçlendirme yoluna gitti. Belki kendi kariyerinin, belki devlet partisi SİP-TKP’nin milliyetçi politikası bunu gerektiriyordu. Ama bir devrimciye, hele hele bir komüniste yakışır bir davranış değildi bu. Komünist olan birisi „esas olan sınıf ve ulusal mücadele, faşizme kerşı demokrasi mücadelesi“ der ve HDP’yi destekleme kararı alırdı. Zira Dersim’in HDP’ye geçmesi demek Erdoğan diktatörlüğüne güçlü bir darbe indirmek demekti. Ne Maçoğlu ne partisi SİP-TKP Erdoğan’a bir darbe indirmek istemiyorlardı. Kendi bilecekleri iştir. Şimdi devrimci ve komünist güçlerin Dersim’de daha çok çalışıp onu gelecek seçimde devletin elinden kurtarması gerekmektedir.
Burjuvazi bu. Cinsi cibiliyeti bellidir, para ve erktir, kendisine ve politikasına itaattir. Kim ki itaat etmez, onu bozuk para gibi harcar. Erdoğan apoleget Türk aydınına bunu çok yaşattı. „Yetmez ama evet“ diyenleri, Hasan Cemalleri, Cengiz Çandarları, Altan kardeşleri, Nabi Yağcıları bir bir harcadı. Anlaşılan şimdi sıra Maçoğlu’nda. Çünkü Maçoğlu burjuva politikasının dışına çıkmaya kalktı. Devletin politikasına alternatif olmaya, kafa tutmaya çalıştı. Bir nebze komünist olmaya yeltendi. Birden kendisinin Kürt ve Dersimli olduğunu hatırladı, „ben Kürdüm, Dersimliyim“ demeye kalkıştı. Kalkışır kalkışmaya, ama devletin tunçtan eli kafasına iniverir. Öyle de oldu! Düne kadar kendini göklere çıkaran basın ve medya hemen karşısına geçiverdi ve yerden yere vurmaya başladılar. Ah Maçoğlu ah, Türk sana „Kürt“ der, ama sen kendine „Kürdüm“ diyemezsin. Türk sana „Dersimli“ der ama sen kendine „Dersimliyim“ diyemezsin. Bu devletin yazılmamış kanunudur. Dediğin anda kıyamet kopar. O seni pof poflayan devlet seni anında bitirir. Kâmuran İnan diye bakanlık, elçilik yapmış, Demirel’in karşısına aday olarak çıkmış Bitlis’li bir Kürt politikacı vardı. O 70’li, 80’li yıllarda hep, „Benim çevremde yüzlerce kişi bana Kürt der, ama bem kendime bir sefer olsun Kürdüm diyemem“ diye dert yanardı. Bu devlet böylesine ceberut bir devlettir.
O zaman soralım: Ne yaptı Maçoğlu da başına böyle işler gelmeye başladı? Olay “çok basit” her belediye meclisinde olabilecek bir olaydır. Tunceli (Dersim) Belediye Meclisi aldığı bir kararla şimdiki adı Tunceli Belediyesi yerine eski Dersim Belediyesi ismini koydu. Bunun üzerine Tunceli Belediyesi tabelası indirildi, Dersim Belediyesi tabelası asıldı. Meclis aldığı kararla Türk devletinin bam teline basmıştı. 85 yıllık bir tabuyu yıkmıştı. 1000 yıllık Dersim artık yine Dersim’di, Tunceli değildi. Devletin politikasına çomak sokulmuştu. Ama anında bütün basın harekete geçti. Sen nasıl olurda 1935’de özel bir kanunla, “Tunceli Kanunu” ile devletin ismini değiştirdiği Dersim ismini yeniden geri getirebilirsin diye feryadı kopardılar. Onlara göre bu bir nevi isyandı, devlete başkaldırmaktı. İçişleri Bakanlığı harekete geçti, soruşturma açtı. Mahkeme kararı iptal etti. Belediye‘ye yine Tunceli tabelası astırıldı.
Bir zamanlar basında Maçoğlu’nu destekleyenler „oldu mu şimdi bu, be komünist başkan?“ diye sitem etmeye başladılar. Bunlardan biri de Fox Ana Haber sunucusu Fatih Portakal’dı. Portakal Twitterde şöyle yazdı: „Bu mudur? Dersim denilse ne olur, Tunceli denilse ne olur? Yeni ve gereksiz tartışma konusu daha yaratıldı. Bunca sorun arasında başkan Fatih Maçoğlu yeri miydi? Boşa giden enerji!!!“ Portakal’ın bu seslenişi Türk aydınının hem gerçek yüzünü, hem de “çapını”, kendi ülke sorunlarına yaklaşımında ne kadar devletçi olduklarını göstermesi bakımından tipik bir örnektir. Tunceli bu ülkenin kanayan bir yarasıdır. Bir halkın, Kürt halkının kıyımının, imhasının, inkârının, asimilasyonun adıdır, Tunceli. “Dersim denilse ne olur, Tunceli denilse ne olur?” demek 1937/38’de Dersim halkına karşı yapılan katliamı onaylamak demektir. Ama „Tunceli yerine Dersim olsun“ demek tarihimizin bir karanlık, üstü örtülmüş sayfasıyla yüzleşmek demektir. Hele „gereksiz tartışma konusu yaratmak“ demek Kürt halkına, Dersim halkına en büyük hakarettir, saygısızlıktır. Dönemin Olağanüstü Hâl Valisi olan General Abdullah Alpdoğan’ın “Devletin ‘Tunç eli’ Dersim’in üzerine inecek” deyip, resmi rakamlara göre 13 bin kişinin öldürülüp, katledilip, 12 bin kişinin sürülmesi gereksiz bir tartışma konusu mudur? En hafif deyişle bu bugün Dersimlilere karşı büyük bir sagısızlıktır. Devlet onbinlerce kişiyi katletmiş, bu katliamın üstünü örtmüş, Portakal şahsında Türk aydını kalkmış „şimdi sırası mı“, „gereksiz tartışma“ diyebiliyor. 85 yıldır Dersim katliamını, 100 yıldır Ermeni katliamını yersiz ve gereksiz diye tartışmıyorsun! Ne zaman tartışacaksın? Dersim’e tepki bu ülke adınının yüz karasıdır. Bu olayda tüm Türkiye’nin, en başta Türklerin ‘komünist’ başkan Maçoğlu’nun ve Belediye Meclisi‘nin arkasında durması, „alınan karar doğrudur, yeter bu cumhuriyetin inkâr ve imhaya dayalı kuruluş felsefesini savunmak“ demesi gerekirdi. Dersim’in Tunceli olması Türkiye Cumhuriyeti‘nin tekçi, inkârcı, imhacı, tek suni bir Türk Ulusu yaratma felsefesinin en sivri ucu, en zayıf halkasıdır. Tunceli Dersim olduğu gün Türkler kendileri ve tarihleriyle yüzleşmeye ve tüm halkların eşit, özgür, özerk, barışçıl, demokratik Türkiye’yi yaratmaya başladıkları an olacaktır. Yazık, Maçoğlu’nun açtığı bir fırsat kaçırılmış oldu.
Şimdi Maçoğlu’nun nasıl davranacağı önemli. „Her şeyi Vali bey bilir“ deyip eski devlet yanlısı politikaya, boyun eğmeye devam mı edecek, yoksa dik durup, „burası Tunceli değil Dersim“ deyip açılmış tartışmayı sürdürecek mi? Birincisini yaparsa ihanete, SİP-TKP milliyetçiliğine devam ediyor demektir. İkincisini yaparsa, dik durursa bu onun bir özeleştirisi olacak ve Kürt halkına, Türk halkına büyük bir hizmet, Türkiye’nin demokratikleşmesine büyük bir katkı yapmış, komünist bir politikaya ilk adımını atmış, SİP-TKP ile de arasını açmış olacaktır. Karar kendisinindir. İkinci adımı atarsa biz her zaman yanındayız.
Tunceli Dersim’dir, Dersim Tunceli değildir.