Haber / Yorum / Bildiri

Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun güvenliği Kürtler’le barıştan geçer

Kürt düşmanlığı destabilizasyondur

Gerçekler zafer naralarını boşa çıkarıyor

Erdoğan ve çevresi, havuz ve ana akım medyası, 9 Ekimde Rojova’ya saldıran Türk Silahlı Kuvvetleri TSK ve onun yandaşı cihatçı Suriye Milli Ordusu SMO’nun altı günde PKK-YPG’yi  ”darmadağın” ettiğini, “tahkimatları ezip geçtiğini”, “bir tehdidi” ortadan kaldırdığını iddia ederek zafer naraları atmaktadır. Bunlara göre Erdoğan “Türkiye’yi lig atlatan bir lider” olarak tarihe geçti ve “Türkiye’yi Rusya’dan sonra en etkili aktör haline getirdi.” Erdoğan’ın kendisi de 29 Ekim kutlamalarında Rojova’ya saldırıyı “yeni bir milli kurtuluş zaferi yazdık” iddiasıyla övünmeye kalktı.

Bu “zafer” çığlıklarına dincisinden faşist milliyetçisine, Kemalist’inden ulusalcısına, sözde solcu geçinen bazı aydınlardan CHP’ye kadar bir çok muhalefet çevresi katılmakta, “asker selâmı” vermektedir. Özellikle bu savaş için hükümetin meclise getirdiği tezkereye “içimiz yana yana evet diyeceğiz” diyen Kılıçdaroğlu, şimdi de İdlib ve Afrin’de “Suriye halkına olağanüstü güzel hizmetler götürüldüğünü”, “askerlerimiz çekilseydi, bu hizmetlerin tamamının yok olacağını” ileri sürerek tezkereye, “askeri operasyona” hiç de öyle içi yana yana evet demediğini itiraf etmekte, TSK’nın onun yandaşı SMO’nun Resulayn (Serekaniye) ve Tel Abyad’da da (Gire Sipi) “güzel hizmetler” götüreceğini ima etmektedir. Kılıçdaroğlu’nun TSK’nın ve onun yandaşı Özgür Suriye Ordusu ÖSO’nun Afrin’de halka neler yaptığından ve şimdi de eski adı ÖSO yeni adı SMO olan cihatçıların Tel Abyad ve Resulayn arasında hangi barbarlıkları işlediklerinden haberi olmaması imkânsızdır. Bu söylem açıkça Erdoğan’a bir destektir ve onun savaş suçuna ortak olmaktır. Bunun da ötesinde Erdoğan’ın Ortadoğu bataklığında Türkiye’yi attığı tehlikelere bilerek gözünü kapatmaktır. Bunun suçu ise daha da ağırdır.   

Savaş taraftarları övünmekte, övmekte, naralar atmakta serbesttir, ama gerçekler hiç de öyle söylendiği gibi değildir. Ortada ne bir zafer var, ne de Türkiye’ye lig atlatan bir lider, ne de dünyada aktör olan bir Türkiye. Tam tersine dünyada yalnızlaşan, ekonomik ve politik olarak mahvedilmekle karşı karşıya kalan bir Türkiye, tüm dünyaca eleştirilen, suçlanan ve tehdit edilen bir Erdoğan var. Avrupa ve Amerika kamuoyunda Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyine, Rojova’ya saldırarak uluslararası hukuku çiğnediği, sivil halka karşı işlenen barbarca katliamlarla savaş suçu işlediği, hatta soykırım yapıldığı konusunda kesin bir kanı hakimdir. Erdoğan’ın ve dolayısıyla Türkiye’nin uluslararası mahkemelerde yargılanabileceğinden bile söz edilmektedir. Bu saldırıyla Türkiye bir “tehditten” kurtulmadı, tam tersine Erdoğan sayesinde Türkiye Ortadoğu bataklığına iyice saptandı, bir çok yeni tehlikelerle karşı karşıya kalma durumuna düştü, uluslararası alanda büyük itibar kaybetti. Bu neden böyle oldu? Bu ülkemizin ve halkımızın alın yazısı mıdır?

Bölgede güvenlik Kürtlerle barıştır

Cihatçılarla güvenlik tesis edilmez

Uluslararası alanda Türkiye’nin bu denli itibar kaybetmesinin, suçlanmasının, komşularıyla kavgalı, savaşan saldıran bir ülke durumuna düşmesinin, başkasının toprağına el koyan fetihçi, işgalci bir devlet olarak görülmesinin sebebi nedir? Bunun esas sebebi Türkiye’nin Kürt sorununu barışçıl, demokratik yollardan, eşitlik ve özerklik temelinde çözmeye yanaşmaması, Türkiye, İran, Irak ve Suriye olmak üzere dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın herhangi bir parçasındaki Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme, politik bir statüye kavuşma mücadelesini Türkiye’ye karşı bir tehdit, bölücülük girişimi olarak addetmesidir. Yalnız bu dört parçada değil, dünyanın herhangi bir yerinde, diasporada, mesela Japonya’da veya Avustralya’da veya Latin Amerika’da Kürtlerin bir hak elde etmelerini bile Türkiye’ye karşı bir girişim olarak görmektedir. Bu insana ne kadar absürt gelen bir görüş, yaklaşım olsa da, AKP’den CHP’ye, MHP’den İyi Parti’ye, dincisinden Kemalist’ine, ulusalcısından milliyetçi faşistine kadar Türk egemen güçlerinin ortak anlayışı, vazgeçmedikleri politikaları ve Cumhuriyetin kuruluşunda yatan temel zihniyettir. Küçüğünden büyüğüne, dincisinden laikine kadar tüm burjuvazinin birleştiği nokta Kürtlere hiçbir hak tanımadan onları zorla asimile etmek, asimile olmuyorlarsa inkâr ve sonunda imha etmek, ezmektir. Kemalizm denen anlayışın, ideolojinin özü de budur.

Kürtlerin ayrılma hakkı da dahil haklı taleplerini halkta vatanı bölecekler diye Kürt düşmanlığı yaratmak ve körüklemek, Kürtlere saldırmak geçmişte de bugün de egemen güçlerin iktidarlarını korumak ve sürdürmek için başvurdukları ilk ve önemli çarelerden, yollardan biri olmuştur. Bugün bu yolu en iyi kullanan Erdoğan’dır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürtlerin kendi partileriyle seçimlere katılması ve barajı geçmesi sonucu Mecliste çoğunluğu ve iktidarı kaybeden Erdoğan Suruç’ta, Ceylanpınar’daki saldırılarla, Kobane’ye İŞİD’çileri sürmekle Kürtlere karşı yarattığı şiddet ortamında 1 Kasım 2015 seçimlerini kazanabildi. Son yerel seçimlerde büyükşehir belediyelerinin çoğunu kaybedince Kürtlerin artık kendisine oy vermeyeceği kesin şekilde ortaya çıktı. Bu Erdoğan için 4 sene sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinde iktidarı kaybetme anlamına geliyordu. İktidarı kaybetmemek için Kürtlerin “başı” şimdiden ezilmeye başlanmalı, dünyanın neresinde olursa olsun, hele dört parçanın birinde elde edecekleri politik statü yok edilmeliydi. Zira elde edilen böyle politik bir statü diğer parçalardaki, ama özellikle de Türkiye Kürdistan’ındaki Kürtleri güçlendirecekti ve güçlendirmekteydi. Hele Suriye’nin kuzeyinde, Rojova’da, Türkiye’nin burnunun dibinde Kürtlerin politik bir statüye, hem de kantonlar şeklinde diğer halklarla birlikte demokratik örnek bir federasyon oluşturmalarının etkisi özellikle Türkiye’deki Kürtlere büyük olacaktı ve olmaktaydı. Hem sayıca hem de politik ve örgütsel olarak çok ileri bir konuma sahip olan Türkiye Kürtlerini korkutmak ve yıldırmak, yerel seçimlerde olduğu gibi Erdoğan’ın iktidarı için bir tehlike olmaktan çıkartmak, onlardan yerel seçimlerin intikamını almak ve onlara bir ders vermek gerekiyordu. Daha önce de Afrin’e girerek, oradaki Kürtleri sürerek zayıflamakta olan politik konumunu güçlendirmişti. Şimdiki politik durum o zamankinden çok daha vahimdi.

Erdoğan yerel seçimlerden sonra hemen harekete geçti. Hâlâ sürmekte olan kayyım atamalarıyla Kürtlerin iradesini hiçe saydı. Seçilmiş belediye başkanlarını hapse attı, onları cezalandırma yolunu seçti. Şimdiye kadar kayyım atanan belediyelerin sayısı 15’i geçti. Sonra da Rojova’da Kürtlerin Arap, Süryani, Çerkes ve Türkmenlerle birlikte oluşturdukları demokratik federasyonu Türkiye için bir tehdit oluşturduğu, güney sınırımızda PKK-YPG’lilerin oluşturduğu bir “terör koridoru” yaratıldığı yalanını yaymaya, bunun mutlak likide edilmesi gerektiği propagandası yaymaya, halkı Suriye Kürtlerine karşı bir savaşa hazırlamaya başladı. Erdoğan bu PKK ve Kürt düşmanlığı temelinde yarattığı milliyetçilik ve şovenizm sayesinde Türk halkını esir almakta, onu kendi iktidarına payanda yapmaktadır. Kürtler ise kendi kaderlerini belirleme hakkını Türklerle birlikte eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde barışçıl ve demokratik bir Türkiye’de yaşamak yönünde belirlediklerini açıklamaktalar, ayrılmanın bir hak olarak her zaman kalması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Kürtlerin artık eskisi gibi örgütsüz, başsız, çaresiz ve yalnız olmadığını, dünyanın dört bir yanında dostları olduğunu belirtmekteler, dört parçadaki devletlerin bunu dikkate alması, Kürtlerle oturulup görüşülmesi gerektiğini açıklamaktadırlar. Zorla asimilasyon, inkâr ve imha döneminin geçtiğini, artık dönemin barış ve müzakere dönemi olduğunu beyan etmektedirler. Kimlikleri inkâr edilen bir halk olarak değil, kimlikleriyle beraber politik bir statüye sahip bir halk olarak yaşamak istediklerini bildirmektedirler. Erdoğan ise önce Kürtlerin bu isteklerini kabul eder gözüktü, bir barış ve müzakere süreci başlattı. Bu süreçte amacının Kürtlere politik bir statü tanımak değil, insanlığın yüz karası olan dil ve kimlik konusunda bazı yasakları kaldırarak onları avutmak ve aldatmak olduğu ortaya çıktı. Kürtlerin politik bir konum kazanmasıyla kendi iktidarının zor duruma düşeceğini görünce barış masasını devirdi, müzakereleri sonlandırdı. Artık yalnız Erdoğan ve partisi AKP ve faşist müttefikleri için değil, Kürtler söz konusu olunca Kılıçdaroğlu ve partisi CHP ve dinci, milliyetçi, ulusalcı, Kemalist müttefikleri için de Kürt sorununun çözümü barış ve müzakere değil, zorla asimilasyon, inkâr ve imha, şiddet ve savaşla ezme ve yok etme yolu kabul görmeye başladı. Bu nedenle Rojova’da oluşan kantonları, demokratik federasyonunu savaşla yok etmekte hepsi anlaştı. Havadan ve karadan 9 Ekim 2019 saldırısını hepsi “içi-miçi yanmadan” destekledi. Güya Kürtleri ve onların İŞİD’i yenen silahlı gücü YPG-PPJ’nin Türkiye sınırından 32 km uzaklaştırmakla oluşturacakları bir güvenli bölgeyle Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği de sağlanmış olacaktı. Gerçek bu mu idi? Hayır, Türkiye Rojova’da güvenli değil, bir güvensizlik bölgesi yaratıyordu. Neydi bu güvensizlik bölgesi?

“Güvenli” bölge güvensizlik bölgesidir

Önce şu belirtilmeli ki, Rojova’daki demokratik federasyondan, Kürtlerden, SDG, YPG, YPJ, PYD’den Türkiye’ye bir tek tehlike gelmemiştir, bir tek top atılmamıştır, bir tek mermi sıkılmamıştır. Atılanlar da Türk devletinin kendi yaptığı provokasyonlardır. Rojova Kürtleri başından, 2012 senesinden beri Türklerle dostça birlikte yaşamayı dile getirmişlerdir. PYD lideri Salih Müslim devletin davetlisi olarak kaç kez Türkiye’ye geldi gitti.  Ama Müslim Kürtlere bir statü tanımayan oluşumun içinde olmayacaklarını açıklaması üzerine Osmanlıyı yeniden yaratma hayalleri peşinde koşan Erdoğan ve Davutoğlu topladıkları El-Kaideci cihatçı teröristleri Kürtlerin üzerine sürmeye başladılar. Türkiye tam bu sırada ABD’den Suriye’nin kuzeyinde bu cihatçı grupların “cirit” atabilecekleri bir tampon bölge, bir güvenlik bölgesi kurmasını istedi. Cihatçılara böyle bir bölgenin yaratılmasının tehlikelerini gören ABD, özellikle Obama böyle bir bölgenin kurulmasına karşı çıktı. Cihatçılar, bu arada oluşan İŞİD yalnız Kürtlere değil, tüm dünyaya, ABD ve Avrupa’ya büyük bir tehlike olmaya başlayınca batılılar cihatçılarla, özellikle İŞİD’le savaşı Esad’a karşı olan savaşın önüne koydular. ABD bu savaşı Kürtlerle, YPG ile birlikte yürütmeye karar verince Erdoğan’ın Kürtlere karşı düşmanlığı daha da arttı. Bu esnada YPG ve parçası olduğu SDG İŞİD’i yenmesiyle Kürtleri uluslararası alanda itibarı şimdiye kadar görülmemiş şekilde arttı. Bu duruma Erdoğan diş bilemeye başladı. Ne yapıp ne edip Rojova Kürtlerine saldırmalıydı. Bunun için planları kurmaya başladı. Bir Putin yönetimindeki Rusya’ya, bir Trump yönetimindeki ABD’ye yaslanmaya, bir Putin’den, bir Trump’dan Rojova’ya saldırabilmek için icazet koparmaya çalıştı. Bu arada İSİD’e, El-Kaideye varıncaya kadar cihatçılarla bağlarını koparmadı, onları önce İdlib’de topladı, sonra Afrin’i alarak Afrin-Azez-Cerablus hattına yerleştirdi. Şimdi de Tel Abyad-Resulayn arasına yerleştirmeyi planlıyor. Erdoğan’nın cihatçılarla ne kadar içli dışlı olduğunu gösteren son olay da, İŞİD lideri Bağdadi’nin Hatay’ın 5 Km. uzağında Türkiye’nin kontrolünde olan İdlib’in bir köyünde öldürülmesidir. ABD bu operasyonu Erdoğan’dan da gizleyerek YPG ile birlikte yapması Türkiye’nin uluslararası alanda hangi konumlara geldiğinin bir göstergesidir.

Putin’le Trump arasında mekik dokuyan Erdoğan en sonunda Rojova’ya saldırma, bir bölgesine yerleşme iznini kopardı. 9 Ekim’de öce havadan saldırıya geçti, sonra ismi ÖSO olan sözde Özgür Suriye Ordusu’na yeni kattığı El-Kaideci ve İŞİD artığı cihatçılarla ismini SMO, Suriye Milli Ordusu olarak değiştirdiği güruhu TSK’nın tankları koruması altında Tel Abyad’a ve Serikaniye, Resulayn’a soktu. Hava saldırılarına karşı çaresiz kalan SDG-YPG savaşçıları ve Kürt, Arap, Asuri halkı karada büyük bir direniş sergiledi. Aradan bir hafta geçmesine rağmen hem Gire Sipi, hem Serikaniye kahramanca direniyordu. Direnişi kırmak için SMO cihatçıları katliam yapmaya başladılar. Başta ABD ve Rusya olmak üzere dünya kamuoyu Kürt halkına karşı bu katliamı önlemek için Erdoğan’a ateşkes çağrısında bulundu. Erdoğan’ın söz dinlememesi karşısında Trump Erdoğan’a yazdığı mektupta “Sen binlerce kişinin katledilmesinden, ben de Türk ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem. Gel anlaşalım. Sert adam olma, aptal olma. Seni arayacağım” ifadeleriyle hem tehdit etti, hem hakaret etti. Sonra Başkan Yardımcısı Pence Ankara’ya gönderdi. Bu baskılar sonunda ateşkes sağlandı. Sağlanan ateşkes sonra Putin’le yapılan görüşmelerle uzatıldı ve YPG’nin 30 km geri çekilmesi kararlaştırıldı. Şimdi YPG 30 km geri çekildi. SMO katilleri Gire Sipi (Tel Abyad) ile Resulazn, Serekaniye arasındaki köylere saldırmakta, halkı evinden barkından sürmeye kalkmaktadır. Halk ise dişi ve tırnağıyla toprağını savunmaktadır. Medya bu savaşları haber yapmıyor. Ateşkes ile birlikte sanki savaş bitmiş izlenimini vermektedir. Oysa aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen TSK hâlâ Halep’i Şam’a ve Musul’a bağlayan M4 karayoluna ulaşmış değildir. Hâlâ kıyasıya bir savaş yürümektedir.

Fethedilen bu bölge güvenli mi olacak?

Erdoğan’ın bizim sorumluluğumuzdaki bölge dediği fethedilen Tel Abyad ile Resulayn arasına şehirler ve köyler kuracağını, 300 bin Suriyeli göçmeni yerleştireceğini söylemektedir. Ama onun esas niyeti bu bölgeye İdlib’de sıkışan cihatçıları yerleştirmektir. Zaten Türkiye’den bu bölgeye gönüllü gidip yerleşecek 300 bin değil 3 bin göçmeni bile bulamayacağını kendisi de çok iyi bilmektedir. O burasını yıllardan beri beslediği cihatçılar için hazırlamaktadır. Bu cihatçılarla burasını güvenli bölge haline getirmeyi planlamaktadır. Yani bu cihatçılar Kürtleri ve özellikle YPG’yi bu bölgeye sokmayacak, onları Türkiye sınırından uzakta Derayor çöllerinde tutacak ve böylece Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği sağlanmış olacaktır. Unutulmamalı, Osmanlı da Ermenileri bu Derazor çöllerine sürmüştü.

Bu olabilir mi? Çok zor. Zira Kürtler böyle bir durumu kabul etmeyecek ve kendi topraklarına dönmekten kimse onları ala koyamayacaktır. Bir zamanlar Filistin Kurtulus Örgütü’nü İsrail Tunus’a göndertti. Ama aradan bir sene geçmeden hepsi yine Filistin’e döndü. Kürtlerde ve YPG’de de böyle olacaktır. Kaldı ki, Kürtler Şam’la anlaşabilirlerse, ki ilk ilişkiler kurulmuş durumda, Rojova’da da yepyeni bir durum ortaya çıkacaktır. Erdoğan’a “al cihatçılarını terk et Rojova’yı!” diyeceklerdir. Türkiye bu Ortadoğu batağında sürekli kaybeden taraf olacaktır.

Olaylar Erdoğan’ın istediği şekilde gelişirse, yani cihatçılar “Türk Bölgesi”ne yerleşirlerse ilerde Türkiye’nin güvenliği için daha büyük bir tehlike oluşacaktır. Zamanla bu cihatçılar o bölgede İŞİD’in yaptığı gibi devletleşeceklerdir. Türkiye’nin güneyinde komşu bir cihat devleti kurulacaktır. Bir tek tehdidin gelmediği Kürtleri komşu kabul etmezken her gün yeni talep ve tehditler savuran kendi elleriyle bir cihat devleti yaratmış olacaktır. Böyle bir cihat devletinin Türkiye’ye nasıl bakacağı bugünden bellidir. İdlib’i, El Kaide çizgisindeki örgütlerin kurtarılmış bölgesine dönüşüveren bu cihatçılarla görüşen “Gazete Duvar”dan Fehim Taştekin’ bunlar hakkında şöyle yazıyor: “Bu örgütler, ‘küffar rejimi’ olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne neden savaş açmadıkları sorusuna ‘şeri’ yanıtlar ararken şu anda sınırları kullandıklarını ve rahat hareket ettiklerini belirtip maslahata sığınıyorlar.”

Bugün sınırlardan rahat geçiş ve “her türlü akışı” sağlayan Türkiye yarın bu akışı sağlamazsa “küffar” bir rejim olarak başına gelebilecekler konusunda Kürtlerle komşuluğu çırayla arayacaktır. Rojova’ya saldırmakla, Erdoğan Türkiye’nin başına yeni çoraplar örmektedir. Kürtlere düşmanlığı Türkiye’ye çok pahalıya mal olacaktır. Halk bunun acısını yalnız her gün gelen yeni zam ve pahalılıkla ekonomik olarak çekmeyecek, hem güvenlik, hem politik olarak, hem de uluslararası alanda çekecektir. Türkiye Ortadoğu’da ancak Kürtlerle barıştığı zaman barış, huzur ve refah içinde yaşayabilir. Başka türlü hem bölge hem de büyük devletlerin şamar oğlanı olmaktan kurtulamayacaktır.

Yeni bir soykırım suçlaması

Trump’ın mektubunda da belirtildiği gibi Erdoğan açıkça “binlerce kişinin katledilmesinden” sorumlu tutulmaktadır. Uluslararası basın Tel Abyad Resulayn arasından sayısı 100 binleri aşan Kürdün sürüldüğünü, bu bölgenin Kürtlerden arındırıldığını, bunun bir soykırıma tekabül ettiği haberleri vermektedir. Bu konudaki haberleri ciddiye alan ABD Temsililer Meclisi Türkiye’ye yalnız ekonomik konularda yaptırım kararları almıyor, soykırım gibi politik kararlarda alıyor. Eskiden her sene Ermeni soykırımın yıldönümü olan 24 Nisan’da Türkiye’yi kınamak için karar almaya çalışan ABD Kongresinin bu kararı bu sene daha Ekim ayında, Rojova’ya saldırıldığı ve katliam haberlerinin geldiği bir zamanda alması belli bir anlam taşımaktadır. Rojova’da bu katliamı yapan bir devlet Ermenilere mutlak soykırım uygulamıştır anlayışı egemen olmaktadır. Her sene ABD Başkanları böyle bir yasanın çıkmaması için uğraş verirken ve önlerken, bu kez ABD Başkanı Trump parmağını bile oynatmadı. Yasanın Senatodan da geçeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Belki Trump veto edebilir umudu taşınmaktadır.

Eğer Türkiye Ermeni soykırımıyla yüzleşseydi böyle bir durumla karşılaşmazdı ve komşumuz Ermenistan’la ilişkilerimiz bambaşka olurdu. Uluslararası alanda 15 ülkenin parlamentosu tarafından kınanmazdık. Tarihinden ders çıkarmayan bir millet olarak Rojova’da yapılan katliamlar yarın uluslararası alanda Türkiye’nin işlediği yeni bir jenosid olrak karşımıza çıkabilir. Ülkemiz yeniden kınanabilir. Unutmayalım: TSK’nın gözleri önünde SMO cihatçıların işlediği katliamlardan SMO kadar TSK’da sorumludur. ABD Kongresi Savunma bakanı, Tabii Kaynaklar Bakanı gibi Rojova operasyonuyla ilgilenen bakanlar hakkında yaptırımlar uygulayacağını açıklamaktadır. Bu bakanların hatta Erdoğan’ın mal varlığına tedbir getirildiği, ABD’ye girişinde sorunlar çıkabileceği belirtilmektedir. Erdoğan Türkiye’nin dünyada itibarını itibarını beş paralık etmektedir. Halkımız ve ülkemiz buna layık değildir. Ülkenin bu durumdan kurtulması Türklerin Kürtlerle birlikte birleşerek Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmakla mümkündür. Tüm bunlar Türkiye’nin başına Kürt sorununu barışçıl çözüme yanaşmadığı, zora ve şiddete başvurması nedeniyle çıkmaktadır. Kürt ve PKK düşmanlığına son verip Kürtlerle bir barış yolu aranması gerekmektedir. Erdoğan’ı bu yola zorlayacak olan işçi sınıfımızı ve emekçi yığınların Kürt sorununu kendi sorunu görüp mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Barış ve demokrasi huzur ve refah ellerimizdedir. Yol Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümüdür.

Bir yanıt yazın